13 Aralık 2021 https://sendika.org/2021/12/yontem-uzerine-diyalektik-tarihsel-materyalizm-640154/#more
Şurası açık ki bize verilen eğitim, Lenin ile aynı kavramlara sahip değil. Peki ama hangi genel tarifi doğru? Bize öğretilen mi yoksa Lenin’in söyledikleri mi? Kısa cevap olarak Lenin’in baştan sona haklı olduğunu ve bize öğretilen metafizik pozitivist yöntemin her adımda ayrı bir yanılgı ürettiğini söyleyebiliriz.
Okumalarımızda yöntem temel belirleyicidir. Okuduğumuz metni sahip olduğumuz yöntem ile anlar ve değerlendiririz. Eğer metin bizim yöntemimizin dışında başka bir yöntemle yazılmış ise o zaman metnin anlatmak istediklerinden bambaşka şeyler anlarız. Bu nedenle okuyacağımız metnin hangi yöntem ile kaleme alındığını, bu yöntemin kavram ve kategorilerini ve elbette terminolojisini bilmek zorunludur. Ancak bu noktada da karşımıza bir başka sorun çıkar. Diyalektik materyalist yöntem, düşünmenin teknik bir şeması ya da kurallar bütünü olarak sunulamaz. Bu sebeple Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri kitabında yaptığına benzer bir şekilde, kuralları ve tanımları sıralayarak oluşturulan teknik öneriler diyalektik yöntemi açıklayamazlar. Çünkü yöntem Politzer’in sunumunda olduğu gibi salt bir araç değildir.
Yöntem, düşüncenin nasıl geliştiğini, kavramlarını nasıl ürettiğini gösterir. Üstelik bunu, eğer bilimsel olduğu iddiasındaysa, bireyin öznel bilinci ekseninde değil, tamamen bireyin bilinci dışında nesnel süreçler olarak tarif etmek durumundadır.
Düşünceyi salt bir bilinç etkinliği olarak gören ve maddi olanı bu düşünsel etkinliğin dışında ve karşısında konumlandıran anlayışlar için yöntem sadece bilincin işleyiş şekli olarak şekillenir. Oysa diyalektik mantık, bilinci, bilinçli canlının etkinliğinin sebebi ve sonucu olarak gördüğünden, bu etkinliğin içinde cereyan ettiği maddi dünyanın hareketinin de işleyiş şeklini içerir. Diyalektik mantıktan bahsettiğimizde, sadece bilincimizin şemalarından değil, bilincin içinde bulunduğu maddi dünyanın da işleyiş şemalarından bahsederiz. Bu şekilde diyalektik mantık, bir yöntem olarak, maddi ve düşünsel etkinliğin amacını, aracını ve sonuca ulaşılan yolu bir bütün olarak içermek durumundadır.
Bu nedenle diyalektik mantığın kavram ve kategorilerinin tanımlarını vermeye çalışmak, bizi doğru bir sonuca götürmeyecektir. Mantığın kavram ve kategorilerini tanımlayan değil, bu kavram ve kategorilerin oluşum süreçlerini açıklayan ve bunu hem düşüncenin hem de gerçekliğin diyalektik ilişkisi çerçevesinde yapan, üstelik bu kavram ve kategorileri öznellikten kurtarabilen ve bu sayede mantığı da nesnel bir düzeye yükseltebilen bir tartışma gerekmektedir. İnsanın öznel bir etkinliği olarak görülen bilincin ve onun işleyiş şeması olarak anlaşılan mantığın, nesnel ve evrensel yasalarıdır anlatılması gereken. Bu anlatı her adımda, diyalektiğin ve mantığın bilince hapsolmadığını ve bilincin dışındaki maddi olanın da yasaları olduğunu söyleyebilmelidir.
Bu tarz bir yöntem anlayışı bize verilen eğitimdeki tarif ile uyuşmamaktadır. Eğitimimiz bize yöntemin salt bir araç olduğunu, düşünmemizin mekanik şemalarını verdiğini, bu yöntemin kavram ve kategorilerinin de bilincimize ait soyut genellemeler olduklarını söylemektedir. Bu şekilde bir yöntem tarifi hem sadece düşünmenin işleyiş şeması olduğundan hem de sadece bilince ait soyut kavramlarla çalıştığından kaçınılmaz olarak öznel bir alan olmak zorundadır. Eğitimimizden edindiğimiz bu tarz bir yöntemle, Marksist ekonomi politiği anlamamız ne derece mümkündür?
Marx’ın Kapital’i özelinde birkaç küçük örnek vererek açalım. Marx, ‘değer-biçimi’ ya da ‘paranın ideal biçimi’ dediğinde ne anlamalıyız. Biçim ve ideal bize ne ifade etmeli ki Marx’ın çözümlemelerini doğru kavrayabilelim. Marx değerin ya da sermayenin ‘somut’ ve ‘nesnel’ olduğunu ifade ettiğinde, ekonomi politik bir kategori olan değerin ya da sermayenin somutluğunu ve nesnelliğini nasıl değerlendirmeliyiz. Sınıfın nesnelliği nasıl kavranmalıdır. Tüm eğitimimiz boyunca öğrendiklerimize ve sözlüklerimizde de yazana göre, kavramların ve kategorilerin bilince ait soyutlamalar yoluyla oluşturulmuş genellemeler olduğunu düşünen bizler için, kavramın somutluğunu ve nesnelliğini açıklamamız nasıl mümkün olacaktır. Salt bir soyutlama olarak tarif ettiğimiz kavramlarımıza, toplumun tümünün kabulü olmalarına dayanarak, toplumsal bir somutluk atfetmek, onları somut da yapmaya yetecek midir? Salt bilincimize ait olmakla öznel olarak oluşturduğumuzu düşündüğümüz kavramlarımıza, toplumdaki yaygın kabulü göstererek, sosyal bir nesnellik vasfı vermemiz, onları nesnel yapmaya yeter mi? Marx’ın, ekonomi politik kategorilerin toplumsal olarak geçerli, bu yüzden nesnel kategoriler olduklarını söylemesinin altında bu tarz kabuller yattığından emin miyiz?
Bu makalenin amacı tüm bunları cevaplamaktan çok, bu eksende bir tartışmanın ilk adımı olmaktır. Genel anlamda yöntemin, özel olarak da diyalektik tarihsel materyalist yöntemin tartışmasını olabilen en basit düşünsel düzlemden yola çıkarak yapmaya çalışmak. Bunun için de Lenin’in Diyalektik Sorunu Üzerine adlı makalesinde söylediği en basit önermeden başlayarak bu tartışmayı yürütmeye çalışacağız. Lenin sözü geçen makalesinde, sahip olduğu diyalektik tarihsel materyalist yöntem ile şunları söyler:
En basitinden, alışılmışından, en yığın halinde yaygınından, vs., herhangi bir önerme’den başlansın işe: ağacın yaprakları yeşildir, Jean bir insandır, Medor bir köpektir, vs. Diyalektik (Hegel’in dahice belirtmiş olduğu gibi) zaten daha burada vardır; tikel, genel’dir… Demek ki karşıtlar (tikel, genel’in karşıtıdır), özdeştirler: Ancak genel’e götüren bu bağ içinde varolmaktadır tikel. Genel de ancak tikel’in içinde, tikel dolayısıyla vardır. Her genel, bütün tikel nesneleri ancak yaklaşık olarak içinde barındırır. Her tikel, eksik olarak girer genelin içine, vs., vs. Her tikel binlerce geçişle bir başka cinsten tikellere (şeyler, fenomenler, süreçler) bağlıdır, vs. Daha burada bile, doğanın nesnel bağı anlamında zorunluluk kavramının öğeleri, embriyonları bulunmaktadır. Olumsal ve zorunlu, fenomen ve öz daha şimdiden buradadırlar; çünkü: Jean bir insandır, Medor bir köpektir, bu bir ağaç yaprağıdır vs. derken, bir dizi karakteri tesadüf diye atmaktayızdır biz, özsel olan’ı görüntüsel’den ayırmakta ve bunları birbirlerine karşıt tutmaktayızdır.[1]
Lenin’in bu sözlerini, bize okullarda öğretilen, ‘genel’ ve ‘tikel’ kavramları ile yan yana koyduğumuzda uyumsuzluklarla karşılaşırız. Öncelikle okullarımızda öğrendiğimiz şekilde bu basit önermeleri değerlendirelim: Bize öğretilen mantıkta, genel ve tikel, ayrılıkları içinde tanımlanır bu yüzden de ‘Medor bir köpektir’ önermesindeki ‘Medor’ tikeli, ‘köpek’ geneli ile özdeş görülemez. Köpek geneline, Medor, Karabaş, Çomar gibi tikellerin, belirli ortak özellikleri üzerinden yapılan bir soyutlama ile ulaştığımız öğretilir. Eğitimimiz, insanın dışındaki doğanın, olgu ve olaylarının, belirli ortak özellikleri üzerinden sınıflanması ve dolayısıyla soyutlanması ile, bilinç içinde oluşturulan bir ‘genel’den bahseder. Yani bizim öğrendiğimiz genel, tümevarımla ulaşılan bir geneldir. Deneyim ve gözlemle elde ettiğimiz ampirik verilerin tümevarımla yapılan bir genellemesinden bahsediyoruz. Bize öğretildiğine göre, ampirik verilerin, bazı belirlenimler ve özdeşlikler üzerinden incelenmesi ve sınıflanmasıyla yani tümevarım yöntemi ile yeni bilgiye ulaşılabilir. Yeni bilgi üretmenin tek yolunun tümevarım olduğu söylenir. Bilincimizin damıttığı tümel kavramlardan yola çıkan tümdengelim yöntemi ise, yeni bilgi üretmeden, kavramlar arasında bir dolaşımdan ibaret olarak görülür. Öğretimimiz, hem tümel ve tikel yapılar arasında keskin ayrımlar yaratırken hem de bunlara yaslanan tümevarım ve tümdengelim yöntemleri arasında da aşılmaz zıtlıklar ifade etmektedir.
Tümevarım ve tümdengelim yöntemlerini bu zıtlıkları içinde kavrayan bir düşünce için tümevarım; işçi sınıfını, tek tek işçilerin üzerinden ulaşılan bir soyutlama olarak, tümdengelim ise; işçi sınıfını, her işçinin öznelliklerini yok eden bir belirleyici kavram olarak oluşturacaktır. Bu iki uca savrulmamak için söylenen eklektik bir tümevarım-tümdengelim birliği ilanı ise hiçbir şey açıklayamayacağı gibi, bu birliğin kaynağını gösteremeyecek ve ilişkiyi pasif bir düşünsel birlik ile ifade etme çabası olarak kalacaktır.
Eğitimimiz, tikel yapıların, maddi olanın bilincimize duyularımız aracılığı ile yansımış imgeleri olarak, somut olduklarını söylerken, bu imgelerden yola çıkan zihinsel faaliyetlerin sonucunda oluşmuş olan tümel imgelerin ise soyut olduklarını söylemektedir. Elle tutulup gözle görülen nesnelerin imgeleri somut iken elle tutulup gözle görülmeyen şeylerin imgeleri yani duyularımızın konusu olmayan şeylerin imgeleri soyuttur diye düşünmemiz önerilir. Yani eğitimimize göre, somut ve soyut imgeler, bilincin somut ve soyut belirlenimleri de ayrıdır.
Eğitimimiz, tikeli, gerçek somut bir varoluşun bilgisi ve onun ‘genel’ini ise akla ait soyut bir kavram olarak birbirinden ayırırken, Lenin bu tikel ve genelin özdeş olduklarından bahsediyor. Eğitimimiz, tikel ile tümeli birbiri dışında da var olabilecek kadar ayrı belirlenimler olarak sunarken, Lenin bunların özdeş olduklarını söylüyor. Eğitimimiz, tümevarım ve tümdengelimi ayrı yöntemler olarak sunup, bilgi üretiminin sadece tümevarımla yapılabileceğinden bahsederken, Lenin bunların özdeş olduklarından bahsediyor. Yani eğitimimizin söylediği ‘bilimsel’ yöntem ile Lenin’in önerdiği diyalektik tarihsel materyalist yöntem uyuşmuyor.
Eğitimimizin bize öğrettiği bu ayrımlar, başka uyumsuzluklara da sebep olmaktadır. Eğitimimizin sunduğu genel ya da tümel, deneyimlediğimiz olay, olgu ve durumların belli özelliklerinin genellemesine dayandığından ve eski deneyimlerimizle uyuşmayan yeni bir deneyim yaşama şansımızda hep bulunacağından, genelimiz, evrensel ve zorunlu olamayacaktır. Yani ancak o güne kadar elde ettiğimiz deneyimlerimiz çerçevesinde bir soyut tümel kavram üretebiliriz ve bu kavramın gerçekliği bir sonraki uyumsuz deneyime kadardır. Yani evrensel ve zorunlu bir kavrama sahip olamadığımız için gerçekliğin bilgisini oluşturmamız imkansızdır. Gerçekliğin bilgisine sahip olmak için, ancak gelecekteki deneyimlerimizin geçmişteki deneyimlerimize benzemesini ummak ya da dilemek durumundayız. Hume’un eksik tümevarım sorununa sunduğu çözüm de basitçe bu eksendedir diyebiliriz. Eğitimimizin ve Hume’un, bilim yapabilmek ve gerçekliği bilebilmek yönündeki ortak umudu, geleceğin geçmişe uygun olacağı kabulü olmaktadır. Oysa Lenin’in bahsettiği genel, evrensel ve dolayısıyla zorunluluk taşımakta. Yani Lenin’in geneli gelecek deneyimler ile örtüşme iddiasında olurken bizim öğrendiğimiz genel, gelecek her uyumsuz deneyimde çelişkiye düşme riski taşıyor.
Bize öğretilen soyut genel, belirli ortak özellikler üzerinden aynı kümeye konularak oluşturulmuş olduğundan, yeni bir deneyimde bu ortak belirlenimlerle çelişen özellikler taşıyan ama oluşturulmuş kümeye de girebilecek denli benzerlikler içeren bir olguyu, çelişkisiz bir şekilde kapsayamayacaktır. Bize öğretilen genel, çelişki içeremez, genelin bilgisi çelişkisiz olmalıdır. Oysa Lenin, bizim öğrendiklerimizden farklı olarak, öz ve fenomenin bile bu basit önermede var olduğundan bahisle, fenomenal olarak çelişkili olguları, özsel olarak aynı kapsama almak konusuna açık gözükmektedir. Tümel ile tikelin, soyut ile somutun, tümevarım ile tümdengelimin özdeşliklerini ortaya koyan Lenin, bu uçların birliğinden doğan çelişkiden de kaçınmaya çalışmamaktadır.
Eğitimimizin Lenin ile aynı şeylerden bahsetmediği aşikâr. Eğitimimiz kavrama, olguların bir soyutlaması olarak bakarken, Lenin’in kavramı, olguların asıl özlerini, doğalarını belirlediği iddiasında. Lenin’in kavramı, gelecekte ulaşılacak deneyimleri bile içerme iddiasında. Lenin, kavramlarının, olguların varoluşlarının yasasını ifade ettiğini ve evrensel ve zorunlu olduklarını söylüyor. Lenin için, ‘köpek’ geneli, ‘Medor’ tikeli gibi somut bir soyutlama, üstelikte nesnel. ‘Köpek’ ile ‘Medor’un özdeşliği hem Medor’dan tümevarımla kavrama yürürken hem de ancak ‘köpek’ kavramı ile ‘Medor’un deneyimlenebileceği saptamasıyla tümdengelimi içerir. Lenin için bunlar ayrı adımlar filan değil, özdeştirler.
Bu iddiaların tamamı bizim deneyimlerimizin soyutlamalarıyla oluşturduğumuz kavramlarımızın asla söylemeyeceği şeyler. Hatta böyle deneyimleri aşan iddiaları bizim, bilim dışı olarak görmemiz de çok mümkün. Şurası açık ki bize verilen eğitim, Lenin ile aynı kavramlara sahip değil. Peki ama hangi genel tarifi doğru? Bize öğretilen mi yoksa Lenin’in söyledikleri mi? Kısa cevap olarak Lenin’in baştan sona haklı olduğunu ve bize öğretilen metafizik pozitivist yöntemin her adımda ayrı bir yanılgı ürettiğini söyleyebiliriz.
Algı, duyum
Lenin’in ‘ağacın yaprakları yeşildir’ önermesini ele alalım. Günümüz eğitimini alan bizler, bir nesnenin niteliğinin yeşil olmak olduğu yargısına varmanın bir sorun içerdiğini düşünmeyiz. Bize öğretilen şekliyle, böyle bir yargıya varmamızı sağlayan nitelik, nicelik, ayrılık, aynılık, nedensellik vb. kategorilerin kaynağının sorgulanması anlamsızdır ve bunu eğitimimiz boyunca hiçbir zaman da yapmak gereği duymamışızdır. Yaprağın yeşilliğini algılamamızı ve ifade etmemizi sağlayan nitelik kategorisini nasıl edindiğimiz düşünülmez bile. Böyle bir ‘saçma’ soruyla karşılaşınca da birkaç şekilde cevap üretebiliriz. Mesela, yaprağın yeşil olması nedeniyle doğal olarak yeşil gördüğümüzü söyleyebiliriz ki bu, algılarımızın, nitelik kategorisinin edilgen olarak, nesneden dolayımsız yansıdığını iddia etmek anlamına gelir. Ya da nesneye ait niteliklerin, algımın kırınımından geçtikten sonra oluşmuş görüntüsü, yansıması diyebilirim ki bu, bir önceki dolayımsız edinilen algıya, algı organının kırınımını eklemek demektir. Bu kolayca söyleyiverdiğimiz cevaplar birçok sorun barındırır. Öncelikle, algılarımıza ulaşan devasa bir ampirik yığını hangi belirlenimlere göre işlediğimiz sorunu ile karşılaşırız. Bu ampirik yığını, anlaşılamaz bir tesadüfler yığını olmaktan alı koyan ve algımızın işleyiş biçimi olan kategoriler, nereden ve nasıl gelmektedirler. Eğitimimizin cevabı yukarıda değindiğimiz gibi bu kategorilerin, nesnelerden dolayımsız edinilen, soyut belirlenimler olduğu yönlüdür. Ağacın yaprağının yeşil olması, dolayımsız bir yansımadır, yeşil olmak veya ‘yeşil’lik niteliği ise bu sürecin bile dışında soyut bir kategori olarak varolmaktadır. Nitelik, nicelik vb. kategorilerin, soyut belirlenimler olarak, gerçek nesneleri algılamamızı sağladığı yönlü bir çözüm, algı için soyut bile olsa kategorilerin gerektiğini söyler ama hala bu kategorilerin kaynağını söylemez. Aslında bize öğretilen pozitivist metafizik yöntem, tüm bu kategorileri metafizikten almakta ve hiçbir şekilde de kaynağını sormamaktadır. Lenin ‘ağacın yaprakları yeşildir’ önermesinde, ‘Hegel’in de dahice belirtmiş olduğu gibi’ diyerek gördüğü diyalektik durum, eğitimimiz için henüz soru olarak dahi oluşmamıştır.
Üstelik sorun burada da bitmez ve daha da ağırlaşarak yeni sorunlar üretir. Nereden geldiğini tartışmadığımız kategoriler ile oluşturduğumuz algı ve deneyimler kaçınılmaz olarak öznel olacaklardır. Bilincin nesnelerden dolayımsız olarak soyutladığı ya da kaynağını sorgulamadan yani metafizikten devralarak kullandığı kategoriler ile üretilen tüm algı ve deneyimler, kaçınılmaz olarak o bilincin kendine ait olmak durumunda kalacaktır. Yani bu pozitivist metafizik yöntem ile algı ve deneyimlerimizin öznelliği aşılamaz bir problem olarak durur. Yani eğitimimizin bize verdiği yöntem, algımızın ya da yargımızın nesnel olmasına yetmemektedir. Hatta, nesnel olmanın önünde aşılmaz bir engel olarak durmaktadır.
Algı ve yargılarımızın nesnelliğini kuramadığımızda, diğer insanlar ile yargılarımızın uyuşup uyuşmadığını da bilemeyiz. Bir nosyon olarak uyuşuyor gibi görünür ancak asla, kategorilerin soyut görülmesi nedeni ile oluşan bu öznelliğin duvarı aşılamaz. Özel bir test ile tespit edilene kadar renk körü olarak yaşayan bir kişinin, bu durumun ayırdında olmaması gibi, hiçbir birey diğer bireylerin algılarıyla kendi algısının örtüştüğünden emin olamaz. Üstelik renk körlüğünün aksine bu durumun hiçbir testi de oluşturulamaz. Renk körlerinin testini, nesnel olan referans algıya göre oluştururuz. Oysa bize verilen eğitimde, kaynağı sorgulanmayan soyut kategoriler ile oluşan algının, yöntemsel olarak böyle bir nesnel referans algı oluşturması da mümkün değildir. Dolayısıyla tüm bireylerin öznel algısı için alınacak bir nesnel referans noktası yoktur. Metafizik pozitivizmin bizi hapsettiği öznellik hücresinden, bu düşünsel yöntemin kendisi sorgulanmadan çıkılamaz.
Eğitimimizin iddia ettiği gibi, ağacın yaprakları yeşildir yargısına, bireyin bilinci ve bireyin algısı ile varılıyorsa bu durumda bu yargı kaçınılmaz olarak özneldir demiştik. Bu yargıyı sadece öznel olmaktan çıkaracak unsur, algıyı ve yargıyı oluşturan kategorilerin bir anlamda bireyin bilinci dışında bir ortak tarife sahip olması ve bireyin bilinci için bir zorunluluk olarak var olmasıdır. Oysa eğitimimizde sunulan yönteme göre, her bireyin nesnelerden dolayımsız olarak edindiği ya da bilinci içinde bireysel olarak ürettiği kategoriler ile oluşturduğunu düşündüğü yargılar hiçbir nesnellik taşımayacak, sadece öznel olacak ve diğer bireylerin öznellikleriyle de uzlaştığı ispatlanamayacaktır. Yani kısaca, bireyin bilincine ait bir soyutlama olarak görülen kategorilerin, bireyin bilinci dışında bir kaynaklarının olduğu düşüncesi daha baştan reddedilmiştir. Hatta bu yüzden, nesnede gördüğümüz niteliklerin, nesneye mi ait oldukları yoksa algımızın öznel koşulları ile mi oluştuklarını bile kesin olarak söyleyemeyiz.
Kategorileri, bireysel insan bilinci dışında olan ve nesnelerin de niteliklerini ifade eden yapılar olarak tarif edersek, algılarımızda ve yargılarımızda öznelliğin yanında, nesnel olduğumuzu da söyleme hakkını elde ederiz. Kant, kategorileri algı ve deneyimlerin öncesinde, a priori yapılar olarak tarif ettiğinde nesnel idealist bir çözüm sunuyordu. Hegel’de mutlak bilinçten edindiği kategoriler ile nesnel idealist bir çözüm önerebilmişti. Bu idealist düşünürler algımızın ve yargılarımızın saf öznel olmaktan çıkıp nasıl aynı zamanda nesnel de olabildiği konusunu, yanlışlar içerse de tartışırken, bize öğretilen ve çok bilimsel olduğu iddia edilen metafizik pozitivizmin böyle bir derdi hiç olmamış gibidir. Bu metafizik pozitivizm, algı ve yargılarımızı doğrudan nesnel dünyanın bilincimize yansıması olarak almış ve bu bakışın yarattığı sorunları ya görmezden gelmiş ya da gelecekte açıklanabilecek konular olarak ötelemiştir. Oysa nesnel idealizmin, yanlış cevaplar üretmesine rağmen soruyu tartışmayı sürdürmüş olması önemlidir. Lenin yukarıda alıntı yaptığımız makalesinde, bizim bugün öğrendiklerimizi “kaba, basit, metafizik maddecilik” olarak görürken, bu düşünce karşısında Hegel’in diyalektiğini şöyle nitelemektedir; “‘metafizik’ maddeciliğe oranla, ölçülemez derecede zengin bir muhteva”.[2] Lenin haklı olarak, bize öğretilen yöntemi, metafizik maddecilik olarak adlandırıp, nesnel idealistleri düşünsel olarak daha zengin bulmaktadır.
Algı ve deneyim
Pozitivizmin yukarıda da değindiğimiz algıdaki ve kavramlardaki çıkmazları karşısında üretilen sağdan eleştirilerde, algı ve deneyimin dışında da bilgi kaynakları olduğundan dem vururlar. Bu elbette ki doğru değildir. Algı ve deneyimlerimiz dışında bir bilgi kaynağı yoktur. Ancak bunu söylüyor olmamız hala pozitivizmin çıkmazlarını ve onlara getirilen, Lenin’den örneklediğimiz eleştirileri aşmaya yetmemektedir.
Pozitivizmin, algı ve deneyimler dışında bir bilgi kaynağının olmadığı yönlü yaklaşımı, pozitivizm eleştirisi yapmaya çalışan ancak kendini de pozitivist yöntemden kurtaramayan soldan eleştiriciler için bir tuzak gibi işlev görmektedir. Pozitivist algı ve deneyimi kabul eden ama Marksizm’in pozitivist yöntemi eleştirdiğini de bilenler için söylenecek tek şey kalmaktadır: Pozitivizm, algı ve deneyim süreçlerini sunuşunda haklıdır ancak bu süreçlerin çıktılarını yanlış kurgulamakta, bu çıktılara toplumsallığı, toplumsal ilişkilerin etkilerini eklememektedir. Bu eleştiricilere göre, pozitivist algı ve deneyim tarifi ile oluşturulan kavramlar elbette evrensel ve zorunlu olamayacak, bu kavramların öznellikleri yanında herhangi bir nesnelliği olduğu iddia edilemeyecektir. O zaman bu kavramlara, ‘ortak toplumsal kabulleri’ veya ‘toplumsal ilişkilerin belirleyiciliğini’ eklemekle, artık bu kavramların nesnel oldukları iddiasında bulunabiliriz düşüncesi çözüm olarak sunulur. Bu düşünce sebebiyle günümüzde, her soyut genel kavram kullanımından sonra, oldukça çok toplumsallık ve toplumsal ilişki sözü duymaktayız. Bu eleştirimiz ile toplumsal ilişkileri önemsizleştirdiğimiz düşünülmesin, sadece bu ilişkilerin çözüm üretmek için kullanıldığı yerin ve şeklin yanlışlığına değinmeye çalışıyoruz. Toplumsallık, algı ve deneyimlerin üzerine binmez, tam tersine algı ve deneyimlerin oluşmasının koşulları olan kategorilerle görülür. Toplumsallık bilincin edindiği algı ve deneyimlerin son şeklini etkilemez, tam tersine bilinç doğuşunda toplumsaldır. Bunu açmak için eğitimimizin bize verdiği algı ve deneyim tarifini biraz daha tartışmaya çalışalım.
Eğitimimiz bize, dışımızdaki doğal dünyaya bakan ve onu algılayan bir birey olduğumuzu söyler. Bu tam anlamı ile edilgen bir algılama şeklidir. Temel olarak da bilinçsiz canlılardan farksız bir algıyı tarif etmektedir. Dış dünya dolayımsız olarak bilincimize yansımaktadır. Bu şekilde bir algı ve bağıntılı algılarla oluşturduğumuz deneyim ile nesnel yani evrensel ve zorunlu kavramlara ulaşamayacağımıza yukarıda değinmiştik.
Edilgen algımız, dışındaki maddelerin bilincimize dolaysız yansısıyla, bu yansıyan nesnelerde, özdeşliğe dayanan, soyut mantıksal şemalar kurarak çalışıyor görünür. Algımızın kullandığı bu şemalar kategorilerdir ve pozitivizm bu kategorilerin kaynağını hiç sorgulamaz ve bu kategorileri metafizikten devralır ve kullanır demiştik. O yüzden metafizik pozitivizm tanımını da hak eder. Bunun yanında, kategorilerin, doğrudan nesnelerden yansıdığı iddiasında olan mekanik materyalist bir bakış içinde kategoriler tartışılmaya değmeyecek kadar açıktır. Her iki yaklaşımda daha önce değindiğimiz gibi algı ve deneyimlerimizi mutlak bir öznellik içine hapseder. Her ne şekilde olursa olsun kategorileri, bilince ait soyut belirlenimler olarak gören tüm yöntemler kaçınılmaz olarak bu bilincin öznel doğasına teslim olmak zorunda kalacaktır. Bu durumu aşmak isteyen ama kategorilerin soyut belirlenimler olduğu konusunda da emin olan soldan bakışların kullandığı bir can simidi vardır: Pratik. Bu mekanik materyalist bakışlardan şöyle şeyeler duyabiliriz: Nesnenin bilgisi, bilincimizde ancak öznel bir imge olarak oluşturuluyor olabilir ve bu konumdan nesnelliğe yükselmemiz imkânsız olabilir, o zaman bilincin imgesinin gerçekliğini nasıl bileceğiz; tabi ki pratikle.
Oysa soyut kategorilerin ürettiği imgeleri, salt öznellikten kurtarıp, onların nesnel içeriklerini gösteren, bir nevi onaylayan, pratik değildir. Kavram ve kategorilerin soyut genellemeler olmalarını önleyen pratiktir. Pratiği, soyut olduğu öğretilen kategorilerin ve kavramların sonuçlarında değil, kategorilerin ve kavramların soyut olamamasının sebeplerinde aramadıkça, yanlış yerde arıyoruz demektir.
Hegel
İlk defa Hegel, algı ve deneyimlerimizin mantıksal şemaları olan kategorileri pratik ile ilişkilendirmiştir. Hegel bize, algımızın konusu olan nesnelerin, bizim etkinliğimizle dönüştürdüğümüz nesneler olduklarını söylemiştir. Nesneler, etkinliğimizin konusu olduğu için ve ölçüde algımızın konusudurlar. Bu ise kategorilerin, dolayımsız olarak nesnelere ait belirlenimler olmadıkları, o nesneleri dönüştüren etkinliğin, bilinç biçimleri oldukları saptamasını getirecektir. İnsan diğer canlılar gibi doğanın dolayımsız bir uzantısı değildir. İnsan doğayı dönüştürmekte ve etkinliğinin izleri, kategoriler, bilincin biçimleri olarak nesnelerde görülmektedir. Bilincin işleyişinin şemalarına etkinliğin bu dahli ile büyük bir kırınım gerçekleşecektir. Daha önce, sadece bir şema, mantığın işleyiş şekilleri olarak görülen kategoriler artık biçim olarak, bilincin biçimleri olarak açıklama bulmuşlardı. Daha önce bilinç içi bir soyutluk olarak görülen kategoriler, nesnel bir etkinliğin maddi sonuçlarıyla vücut bulmakla, öznelliklerinin yanında, somutluk ve nesnellik kazanmaktadırlar. Maddi bir şeyde, maddi bir etkinlikle tarif edilmek, kategorileri hem bilince hem bilincin somut içeriği olan nesnelliğe bağlamıştır. Bu sayede bilincin şemaları ile nesnel dünyanın belirlenimleri aynı sürecin içinde görülebilmiştir. Yani aslında ayrı olmayan ama bize tam bir ayrılık içinde öğretilen epistemoloji ve ontoloji birleşebilmiştir. Mantığın kategorileri ile bilgi teorisinin kategorileri, aynı eksende kavranma hakkına kavuşmuştur. Bugün bize öğretilen, düşüncenin işleyişinin bilimi ile maddi olanın bilgisinin biliminin ayrı oldukları tezi, Hegel tarafından çoktan yanlışlanmış bir tezdir.
Kavram ve kategorileri bilincin biçimleri olarak anlaşılabilmenin temelinde, onların, insan etkinliğinin maddede cisimleşmeleri olarak görülmeleri yatar. Gerçekliğin ölçüsü, belirleyicisi olarak, her zaman çok kolaylıkla söylediğimiz pratik, praksis, etkinlik gibi terimler bu eksende anlaşılırlarsa bir anlam taşırlar. Pratiğin, biliş süreçlerindeki yeri Hegel tarafından ortaya koyulduktan sonradır ki, biliş süreçlerinin şemaları da biçim olarak görülebilmeye başlanabilmiştir. Marx’ın, Ricardo’nun, değerin özünü gördüğü ama biçimini göremediği yönlü eleştirisindeki ‘biçim’, yukarıda değindiğimiz Hegel’in biçimidir. Lenin’in, Hegel anlaşılmadan Kapital’in ilk bölümü anlaşılamaz uyarısının nedenlerinden birini de bu oluşturmaktadır. Üstelik Kapital’in ilk bölümünün değer tartışmasına ayrıldığı düşünüldüğünde.
Bize öğretilen yöntemde ise biçim, bir şeyin dış şeklinin çeşitli varyasyonlarının, fenomenlerin tarifini aşmaz. Pratik, etkinlik, praksis ise eğitimimizde, bilincin dışında olan, bilincin gözetiminde yapılan edim olarak yer alır. Bizim öğretimimizde bilincin biçim ve şemalarını belirleyen, etkileyen, oluşturan bir pratik söz konusu edilmez. Sözü edilen ancak, bilinçle yapılan, bilince uygun olarak hayata geçirilen bir pratiktir. Aslında bize öğretilen önce bilincin olduğu ve sonra ona uygun etkinliğin yapıldığı söyleminin çeşitlemeleridir.
Kavram ve kategoriler
İnsanın düşüncesinin, soyutlama olarak ulaşmadığı kategoriler, tersine insanın, yaşamsal etkinliğinin nesneler üzerinde oluşturduğu değişimin biçimleri olarak gördüğü ve bu sebeple bireyin bilincinin ürünü olmak bir yana ondan bağımsız olan kategoriler, farklı bir nesnellik arz ederler. Bir yandan maddi olanın nesnelliği gibi, somut ve bireyin bilincinin dışındadırlar, ancak maddi olanın duyumsal yapısına da sahip değildirler. Bu şekildeki nesnel biçimleri, ‘ideal biçimin nesnelliği’ tartışması altında düşünce tarihi boyunca takip etmek olanaklıdır. Kavramların nesnelliği sorunu, düşünce tarihinin ‘ideal biçimin nesnelliği’ tartışması ve bu tartışmaya Marx’ın verdiği son nokta anlaşılmadan çözülemez. En yalın şekilde ifade etmek gerekirse, çoğu düşünür, insanın ya da bilincin dünyayı nasıl anladığı üzerine kafa yormuş ve edilgen bir perspektiften, kavram ve kategorilerin, bilincin soyut şema ve yasaları olarak, dışındaki maddi olanı kavramasının, imgesini oluşturmasının yöntemlerini açıklamaya çalışmıştır. Hegel’in açtığı yoldan ilerleyen Marx ise, kavram ve kategorilerin, dışındaki maddi olanı varoluşu için değiştiren insanın etkinliğinin, şeylerde yarattığı değişimin biçimleri olarak gördüğü ve soyut ve öznel oldukları denli somut ve nesnel de olduklarını söylediği için çözüme ulaşabilmiştir. Marx’a göre dışındaki maddeyi bilmenin koşulu ona bilincin soyut kategorileri ile bakmak değil, dışındaki maddeyi değiştirmektir. Maddedeki bu değişim, kategorileri, etkinliğin bilinç bileşeninin biçimi halinde hem bilincimizin dışında hem de bilincimizin eseri kılacaktır. Yani Marx’tan önceki düşünürler dünyayı anlamaya çalışmışlardır, oysa Marx’a göre asıl olan onu değiştirmektir.
Etkinliğin maddede yarattığı değişim, etkinliğin ‘bilinç biçimi’ olarak yani kategori olarak görülecektir ve bu kategoriler ile etkinliğin nesnesini anlamak bizi Lenin’in tarif ettiği bütünlüğe taşır: “Diyalektik (Hegel’in dahice belirtmiş olduğu gibi) zaten daha burada vardır; tikel, genel’dir”.[3] Bu şekilde oluşan kavramlar artık karşımızdaki nesnelerin ortak soyutlamaları olmaktan çıkmış ve onların gerçek doğasını, özlerinin bilgisini içeren nesnel bilgilere dönüşmüştür. Bize öğretilen kavram ve kategoriler, biçimsel bir yöntemin üzerinde yükselen, basit öznel genellemeler ve soyutlamalar olurken, Lenin’in kullandığı kavramlar soyut oldukları denli somutta olan ve maddenin gerçek özünü ifade eden nesnel belirlenimler olmaktadır.
Öznel-nesnel
Eğitimimizde bize öznel ile nesnelin karıştırılmaması gereken ayrı eksenler olduğu öğretilmişti. Laboratuvara giren ve deneylerini yapan bir bilim insanı için nesnellik her şeydir ve öznel olan bu alanın temel bozucusudur. Locke düşüncesinin bir karikatürü olarak laboratuvara gönderdiğimiz bilim insanının bilincini boş bir beyaz kâğıt haline getirip, tüm öznelliklerinden arındırıp oraya gönderdiğimiz anlayışı hakimdir. Ancak bu anlayış yukarıda değindiğimiz gibi, bilim insanının bilincinin çalışmasının şema ve yasalarının kaynağını düşünmez, deney nesnesinin algılanmasının kategorilerini ise nesnenin kendisinden dolayımsız yansıyan belirlenimler olarak görür. Oysa Kant, algının kategorilerinin, algı nesnesinden gelemeyeceğini, bu kategorilerin algı öncesi bilinçte bulunmaları gerektiğini yoksa karşımızdaki veri yığınının hiçbir belirgin algı oluşturamayacağını ikna edici bir biçimde tartışmıştı. Kant’ın a priori olarak gördüğü bilincimizin kavram ve kategorilerini, Hegel sayesinde, mutlak idenin yadsınmasıyla uyum içinde olan etkinliğimizin, bilinç bileşeninin biçimleri olarak tartışabiliyoruz. Hegel’in bu söylediklerini de Marx’ın düzeltmesi ile, insanın varolma etkinliğinin bilinç bileşeninin biçimleri olarak görebiliyoruz. Gerçek soruyu ve oluşan cevabı tüm bu büyük düşünsel adımları takip edebildiğimiz ölçüde anlayabiliriz.
Bilincimizin öznelliğinin, etkinliğimiz ve o etkinliğin içinde cereyan ettiği maddi olanın nesnelliği ile şekillendiğini, dışımızda gördüğümüz maddi olanın nesnelliğinin ise bizim bu dünyayı dönüştüren öznel etkinliğimiz ile değiştiğini Marx’dan beri biliyoruz. Yani laboratuvara giren bilim insanı kafasında, öznel sandığı ama öznel oldukları denli nesnel de olan kavram ve kategoriler varken, karşısında, nesnel olduğunu sandığı ama nesnel olduğu denli öznel bilinç biçimleri de taşıyan deney nesneleri ile karşılaşmaktadır. Bilim insanı tüm sürece boş bir bilinç ile başlamaz. Bilincindeki kavram ve kategoriler ile oradadır. Bu kavram ve kategorilere sahip olmasaydı ne maddi olanı algılayabilirdi ne de maddeleri kavrayabilirdi. Bize öğretildiği gibi bir durum yoktur yani ortada. Bilim insanımızın kafasında önyargılar taşıyarak laboratuvara girdiğinden bahsetmediğimiz açıktır. Bizim bilim insanımızın kafasındaki taşıdığı nesnel kategoriler ile kastettiğimiz elbette zaman, uzam, nitelik, nicelik, vb. kategorileridir.
Sınıfın nesnelliği
Sınıfın nesnel olduğunun ilan edilmesi yetmez, işçi sınıfı kavramının sadece işçilerin belli ortak özelliklerinin genellenmesi ile oluşturulmuş akla ait bir soyutlama olmadığı, nesnel bir kavram olduğu açıklanmalıdır. Lenin’in önermesi benzeri bir önerme olarak ‘Jean bir işçidir’ önermesinde, ‘tikel’ Jean ile ‘genel’ işçi kavramının nasıl özdeş oldukları Lenin gibi görülebilmelidir. Ancak bu sayede çağın gerekleri ile biçimsel değişimler geçiren Jean’in, tüm değişen görünümlerine rağmen, evrensel ve zorunlu bir kavram olarak işçi özüyle nasıl kopmaz bir bağa sahip olduğu anlaşılabilir. Gene ancak bu sayede Jean’ın hangi amacı taşıdığından ayrı olarak, özünü oluşturan sınıf aidiyeti ile yapmak zorunda kalacağı edimleri anlaşılabilir.
Lenin’in bir yöntem tartışması olarak önümüze koyduğu bu en temel önermeler düzeyi gereksiz görülürse, kaçınılmaz olarak eğitimimizin bize verdiği pozitivist metafiziğe geri dönülecektir. Böylesi bir durumda ise, her yeni teknik gelişim ve çalışma şekli değişiminde yani ‘tikel’ görüngülerin değişiminde, görüngülerin ortak özelliklerinin ‘genel’lemesi olarak gördüğümüz işçi sınıfı kavramını da değiştirme telaşına kapılmamız içten bile değildir. Bir anda kendimizi, Marx’ın zamanındaki gibi olmayan tikel görüngüleri göstererek, yeni soyut kavramlar öne sürme çabasında bulabiliriz. Lenin gibi, tikel ile geneli özdeş görmenin yöntemine sahip değilsek, çağımızda Marx’ın ‘değer’inin, Marx’ın ‘sınıf’ının, hatta bir bütün olarak ekonomi politiğin kavram ve kategorilerinin eskidiğini savunmakta ki o büyük yanılgıyı göremeyiz. Lenin’in yöntemine sahip olmamakla birlikte, Marx’ın ekonomi politik kavramlarının eskimediğini savunmak isteyenler için de tersten bir yanlışın içine düşmek kaçınılmaz olacaktır. Onlarda, ‘genel’in devamlılığını savunmak adına, tam bir fenomenolojik zenginlik sunan ve değişen tikellerin, bir tikellik olarak değişmediklerini savunmak durumunda kalacaklardır. Lenin gibi, genel ile tikelin özdeşliğinden hareket edemediklerinden, genelin geçerliliğini, tikellerin gerçek bir değişim geçirmedikleri savıyla sağlamaya çalışacaklardır. Lenin’den yaptığımız kısa alıntının gösterdiği yönteme sahip değilsek, eğitimimizin bize verdiği yöntem ile sadece hatalardan hata beğenebileceğimiz açıktır.
Bir not olarak ekleyelim; nesnellikten yana daha çok söz söylememiz, öznelliği yok saymamızdan değil, bize öğretildiği şekilde salt bilinç içi öznel bir soyutlama olan kavram ve kategorilerin, soyutlukları kadar nesnel ve somutta olduklarını tartışmanın zorunluluğu nedeniyledir. Yukarıda değindiğimiz gibi, düşünce tarihi boyunca tartışılan ve Marx’ın dahiyane bir şekilde cevapladığı bir soruyu tartışıyoruz: İdeal durumların nesnelliği nasıl açıklanabilir?
İkinci bir not olarak belirtelim; Hegel aktarımlarımızı, Lenin’in tarif ettiği bir materyalist düzeltmeye tabi tutarak yapmaya çalıştık. Elbette Hegel’de nesnel, mutlak olanı ifade eder ve etkinlik mutlak bir bilincin yadsınmış şekli olarak önümüze gelir. Materyalist bir okumada, etkinlik, bilinçli canlının doğal kodlarının dışında kendini üretmesi ve yeniden üretmesi olarak görülürken, Hegel için bu, mutlak bilincin içerdiği edimlerin maddede gerçekleşmesi olarak görülür. Bu yüzden materyalist edim gelişmek ve gelişimin yasalarını da içermek durumundayken, Hegel’de, gerçek bir gelişmeden bahsedilemez ve tarih sadece mutlak bilincin kim bilir nerden gelmiş olan edimlerinin üst üste birikmesi gibidir. Elbette bu düzeltmeleri görebilmeyi ve daha çoğunu Hegel’i baş aşağı konumdan kurtaran Marx’a borçluyuz.
Dipnot:
[1] Lenin, Felsefe Defterleri, Lenin, Diyalektik Sorunu Üzerine içinde, çev. Attila Tokatlı, İstanbul: Sosyal Yayınları, 1976, s. 305
[2] a.g.y., s.306
[3] a.g.y., s.305
Yorumlar kapatıldı.