İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Marksizm’in Diyalektik Mantık Anlayışı İçinde Madde-Bilinç İlişkisi; Aydın Çubukçu’nun Diyalektik Mantık Anlayışının Eleştirisi

                “Her felsefenin ve özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu, düşüncenin varlık ile ilişkisi sorunudur.[1] Engels bu sorunun iki boyutundan sözeder. Birinci boyutu; düşünce ile  maddenin önceliği sorunudur. Bu boyut, maddenin öncelliğini ileri süren materyalistler ile düşüncenin öncelliğini öne süren idealistleri ayırır. İkinci boyut ise; “bizim çevremizdeki dünya hakkındaki düşüncelerimiz ile bizzat bu dünya arasında nasıl bir bağıntı vardır? Bizim düşüncelerimiz gerçek dünyayı bilebilecek durumda mıdır? Gerçek dünyaya değgin tasarımlarımızda ve kavramlarımızda gerçekliğin doğru bir yansısını verebilir miyiz?[2] şeklinde ifade edilir. Aynı yaklaşımı Lenin’de de görürüz. Ampiryokritisizm kitabında Lenin de ilk soruya verilecek materyalist yanıtının tutarlı olabilmesi için, ikinci soruya verilecek yanıtın önemli olduğundan bahseder[3]. Maddenin öncelliğini söyleyen materyalist, nesnelerin, tasarımlarımızda ve kavramlarımızda ki yansımalarının doğru olduğunu ve gerçekliği bilebilecek durumda olduğumuzu da söyleyecektir. Bu söylediklerini de, yani düşüncenin madde ile nasıl bir bağlantısı olduğunu da, diyalektik mantık ile açıklayarak temellendirmelidir. Bu açıklama, madde ile bilincin ilişkisinin ilkelerini oluşturan kategoriler üzerinden yapılır. Lenin de Ampiryokritisizm kitabında  “uzay ve zaman” “özgürlük ve zorunluluk” gibi kategorileri diyalektik mantık çerçevesinde açıklayan bölümler ile madde-bilinç ilişkisinin nasıl oluştuğuna değinir.

                Marx’ın diyalektik tarihsel materyalizmi için ilk soruya verilecek bir cevap yeterli değildir. Maddenin öncelliği söylendikten sonra onun bilinç ile diyalektik ilişkisi kurulmadığında, bu, bir sorun noktası olarak görülmeye başlar. Bu noktadaki sorunu çözmeye yönelik diyalektik dışı girişimler, daha büyük sorunları beraberinde getirir. Tartışma sürdükçe de bu nokta, marksizmin yapısal bir sorunu olarak  görülmeye başlanır. Diyalektik bir açıklama bekleyen  madde-bilinç ilişkisi, açıklanması gereken başka çelişkiler şeklinde de karşımıza çıkar. Örneğin, nesnellik-öznellik, kendiliğindenlik-iradecilik, tikel-tümel(genel), varlık-düşünce gibi. Dolayısıyla diyalektik mantığı tartışmak her aşamada zorunlu ve gerekli olagelmiştir.

                 Biz bu tartışmayı diyalektik mantık konusunda hakim bir bakışı temsil eden Aydın Çubukçu’nun anlayışının eleştirisi ile yapmaya çalışacağız. Bu eleştiriyi yaparken, diyalektik mantığı, düşüncenin mekanik bir aracı, öznel yasaları olarak görmeyen, tersine, doğayı ve kendini dönüştüren öznel etkinliğin evrensel yasaları olarak gören, dolayısıyla bu öznel etkinliğin içinde geçtiği tüm nesnel yapıyı ve bu yapının gelişiminin biçimlerini de diyalektik mantığın kapsamı içine alan bir anlayışın, kısaca Marksist diyalektik mantık anlayışının iyi bir uygulayıcısı olan İlyenkov’dan oldukça yararlandık. Evald Vasilyeviç İlyenkov(1924-1979), Sovyetler Birliği’nde resmi felsefik anlayışa muhalif bir kişi olarak birçok eser vermiştir. Sovyetler Birliği’nin resmi anlayışını tanımlama şeklinize göre İlyenkov’a verebileceğiniz etiket de farklı olacaktır. Oysa nasıl kategorize edildiğinden bağımsız olarak, İlyenkov ve onun diyalektik mantık anlayışı, A. N. Leontyev, L. S. Vygotsky, İ. İ. Rubin, E. S. Pasukannis gibi isimlerle birlikte, diyalektik mantık anlayışlarının doğruluğu ve bu anlayışı kullanarak ürettikleri yapıtların ufuk açıcılığı özellikle ilgiyi hakeder.

                Aydın Çubukçu’nun Diyalektik Mantık Anlayışının Eleştirisi

Çubukçu; tikel ile tümelin, yani nesne ile kavramının ilişkisini diyalektik olarak açıklamak gereğinin ilk adımını, bu ilişkiyi ilan ederek yapmaya çalışır. ‘Evrensel bağıntılılık’ olarak ilan ettiği bu ana ekseni şöyle tanımlar: ‘nesnelerin, olayların ve düşüncelerin, kendi içlerindeki ve aralarındaki ilişkilerin en genel bütünlüğü’.[4] Madde ile bilincin ya da tikel ile tümelin, ilişkili bir bütün olduğu ve aynılaşmadan, ayrımları içinde bir bütün oluşturdukları konusunda zaten tartışma yoktur. Sorun bu ilişkinin diyalektik tarifinin yapılmasından ya da daha doğrusu, yapılamamasından doğmaktadır. Dolayısıyla Çubukçu’nun, evrensel bağıntılılığı tanımlamasından daha çok, bu bağıntılılığı nasıl açıkladığı önemlidir. Çubukçu, bu bağıntılılığı ‘maddi yapının doğal niteliği’ olarak gören metafizik materyalizm ile ‘düşüncenin niteliği’ olarak gören idealizmin karşısına, ‘bağıntılılığı, toplumsal etkinlik tarafından kurulan’ bir ilişki olarak anlatacak olan modern diyalektiği koyduğu iddasındadır. Bu iddiadan, bağıntılılığın ana omurgasını ‘toplumsal etkinlik’ üzerinden açıklayacağını anlamaktayız. Bu etkinliğin ortaya konuş şekline girmeden önce, kategorilere diyalektik yaklaşım konusunda biraz ön tartışma yararlı olacaktır. 

Diyalektiğin kategorileri;

Tikel, nesnel alanla, tümel, düşünsel alanın ilişkisini ve bu ilişkinin ilkelerini kategoriler ifade ederler. Terminolojiye yabancı olanlar için örneklersek, bilinçli algılarımızın oluşumunda gördüğümüz ‘zaman’ kategorisi, ‘mekan’ kategorisi ya da ‘nitelik’ kategorisi, ‘nicelik’ kategorisi gibi. Kavramlarımızın, önermelerimizin oluşumunda ‘sermaye’ kategorisi, ‘değer’ kategorisi vb. gibi. Dolayısıyla nesne-düşünce alanlarının ilişkisini kurmanın, bağıntısını anlatmanın yolu kategorilerden geçer.  

Kategoriler düşünsel yapıların, nesnel yargılarla ilişkisi ve bu ilişkinin ilkeleridir demiştik, buna ek olarak kategoriler, nesnelerin düşüncede, nesnel nitelikleriyle kavranmasının ilkeleridir aynı zamanda. Kategoriler düşünceden nesneye ve nesneden düşünceye kurulan ilişkinin her iki yönünden de tariflenmek durumundadır. Zaten varlıkları da bu iki yönlü varoluşun şeklini içerir. Bir yönleriyle nesnelken diğer yandan bilincin içinde görülürler.

Bilincin, karşısında maddeler bulduğu ve bu maddelerin bilince taşınması ya da bilinçte yeniden yaratılması için kavram ve kategoriler inşa etmeye giriştiğini düşünen model, daha başlangıçta yarattığı bu madde-bilinç ikiliğinin içinde kalır. Maddeleri, nesneleri, olguları bir yana, bilinci, kavramı ve kategorileri bir yana koyan bu yaklaşım, bu iki yanın ilişkisini kurması gerekince, başlangıçta yarattığı ikiliği aşamaz. Oysa bilinç, nesnel dünyayı anlamak için, bilinç dışı nesnellikler karşısında, öncelikle kavram ve kategoriler oluşturarak işe başlayan ve doğaya, onu ‘anlayan’ olarak bakan bir şey değildir. “Ama insanlar hiçbir zaman ‘dış dünyanın şeyleri karşısındaki bu kuramsal ilişkide karar kılarak’ yola çıkmazlar. Her hayvan gibi yiyerek, içerek vb. yola çıkarlar; yani şu ya da bu, bir ilişkide ‘karar kılarak’ değil, etkin davranışlarda bulunarak, dış dünyadaki belirli şeyleri eylemleriyle özümseyerek ve böylece gereksinimlerini karşılayarak yola koyulurlar.” [5]

Canlı varlıklar kalıtımsal, içgüdüsel olarak ortaya koydukları yaşamsal etkinliklerinin doğrudan uzantısı olan bir etkinlik içindedirler. Yaşamsal etkinlikleri, pratikleri, doğrudan biyolojik varlıklarında içerilir. Bilinçli canlı madde ise, canlı varlıktan bir niteliksel sıçrama olarak, yaşamsal etkinliğini bilincinin konusu yapan maddedir[6]. Yani biyolojik temelin üstünde, gelişmiş yaşamsal etkinlikte bulunan bilinçli madde, bu etkinliğinin ürünleri karşısında, kendisini yaşamsal etkinliğinin ‘nesnesi’ ve bu etkinliğin ‘bilinci’, ayrımının görüntüsü içinde bulur. Bilinç, etkinliğin öncesinde değil, etkinlikle doğar. Dolayısıyla doğayı anlayan bir bilinçten değil, doğayı dönüştüren bir yaşamsal etkinliğin, ‘bilinçsel bileşeninden’ bahsedebiliriz. Etkinliğin bilinçsel bileşeni, yaşamsal etkinliğin sonucu olan nesnelerin üzerinde bırakılmış izler, ‘biçimler’ olarak görünür. Bu biçimler, bilincin nesnelerdeki ‘biçimleri’ olan kategorilerdir. Bilinç, bilinçle doğrudan görülemeyeceğinden, bilincin biçimleri yani kategoriler bize, bilinci ve etkinliğin bileşeni olarak işleyişinin ilkelerini sunarlar.

                Bilincin karşısına maddeleri koyan ve bilincin maddeleri anlamasını öneren yanlış bakış, aynı yöntemi algılarımız için de önerir. Ama algılarımız da, pasif duyular oldukları anlayışının aksine, etkinliğimizin uzantısıdır. Görmek, madde karşısında gözün edilgin etkinliği değildir. Algılarımız da, yaşamsal etkinliğini biyolojik kodlarının dışına taşırmış bir bilinçli maddenin, etkinliğinin ürünü olarak doğar. Marx “Gözün insan gözü haline gelmesi ancak toplumsal, insani bir nesnenin -insan için insan tarafından yapılan bir nesnenin- gözün nesnesi haline gelmesiyle olmuştur. Bu nedenle duyular, doğrudan doğruya pratik işlevleriyle birer kuramcı haline gelmişlerdir….. beş duyunun oluşması bugüne kadar gelen tüm dünya tarihinin bir ürünüdür.”[7] derken bundan bahseder. Bilince, karşısındaki nesneyi anlama görevini veren yanılgı, duyularımızı da, karşısındaki nesnelliğin  dolaysız taşıyıcıları olarak gören yanılgının aynısıdır. Algılar, nesneler karşısında, bilinçli maddeye ait edilgin duyular olarak anlaşıldığında, kaçınılmaz olarak bireyin öznel algısı alanında tartışılmak durumunda kalırlar.

 Bilinç-madde ilişkisinde pratiğin rolü, yukarda söylemeye çalıştığımız şekilde, madde karşısında bilincin var olduğu ikiliğin içinde değil, bilincin oluşum sürecinde anlaşılmalıdır. Bu yaşamı var etme etkinliğini, tüm genişliği ile düşünmek gerekir. Etkinlik, nesne üzerinde salt fiziksel bir dönüşümden fazlasını içerir. Yıldızları yön bulmak için kullanan insan, artık onları varoluşunun  dönüştürülmüş nesnesi haline getirmiş demektir. “…insanlık tarihinden önceki doğa, ….O, bugün artık (belki Avustralya’nın genç birkaç mercan adası dışında) hiçbir yerde var olmayan doğadır.” [8] Bu anlamda, dönüştürmediğimiz bir madde yoktur. Ancak bu şekildedir ki dünyamız, bilincimizin ve algımızın nesnesi halindedir.

                Biyolojik kayıtların üstünde bir varoluş etkinliği, doğal olarak, içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal zeminin ürünü olacaktır. “Bilinç, insan için insan tarafından yaratılan ve insan soyunun toplumsal-tarihsel deneyimlerini cisimleştiren nesnelerin aracılık ettiği dışsal pratik etkinliğin içselleştirilmesi sürecinde oluşur ve gelişir.”[9] Kategoriler varoluşun değişmez, evrensel belirlenimleri değil, varoluşun, sürekli yeni şekiller içinde dönüşen, tarihsel şeklinin belirlenimleridir.

                Bilincin oluşumunu ve dolayısıyla maddeyle ilişkisini anlarken, pratiğin rolünü görme şeklimiz belirleyicidir. ‘…nesnelerin aracılık ettiği dışsal pratik etkinliğin içselleştirilmesi sürecinde…’  kategorilerin diyalektik açıklamasının yararı olacaktır.Nesneyi genel anlamda niteleyen kategoriler, bir yanlarıyla nesnenin, nesnel yönü olarak görünürken diğer yandan bilincin içinde kalan kavramlar olarak görülürler. Kategorilerin bu iki yanlılıklarının birliğini sağlayan, onların insan eyleminin ‘tarihsel, toplumsal etkinliğinin’ bilinç ‘biçimleri’ olmasından geçer. İnsan eyleminin, düşünsel yönünün, eylemin ürününde görünen ‘biçimleridir’. Yani bilincin biçimleri olarak nesnelerde gördüğümüz belirlenimlerdir. Bu yüzden bir yönleriyle nesnel iken diğer yönden bilince ait olmaları şaşırtıcı değildir. Kategorilerin bütünlüğünün anahtarı etkinlikten geçer. Ancak bu etkinlik, bilinçli maddenin varolma şekli olarak oluşan etkinliktir. Varolma etkinliği bir bütün olarak, etkinliğin pratik yönünü ve etkinliğin düşünsel yönünü kapsar. Bu birlik, diyalektik, organik bir birliktir. Ayrılıkları ve bir noktaya kadar ayrı hareketleri mümkün olmasına rağmen, organik bir birlik olarak varolurlar. Bilinçli maddenin yaşamsal etkinliğinin organik bütünlüğü içindeki, pratik ve bilinç parçaları olarak görülmelidirler. Bu organik birlikten koparılarak anlaşılmaya çalışılan bilinç ve pratik, eklektik bir yapı haline gelir.  O zaman, bilincin ve pratiğin birliktelikleri de ancak bir öncelik – sonralık ilişkisine indirgenmiş olur. 

                Algılarımızın bilincimizde karşılık bulması, deneyimlerimizin birbiriyle bütünlüklü bir ilişki içinde varolmasının ilkeleri, kategorilerdir. Metafizik bir bakış bu kategorileri nesnelere ait nitelikler, bilince dışsal özellikler olarak görür. Metafizik bakış açısına göre, bu nitelikler nesnelerden, bilinç tarafından edinilir, dolayısıyla nesneler kadar kalıcı ve stabildir. İdealist için bu kategoriler, bilincin dışından, bilince verilmiş ya da doğuştan bilincin yapısında var olan şeylerdir.     

                Diyalektik bakış için ise, insan tarafından, tüm ‘tarihsel-toplumsal’ birikimiyle üretilen nesneler, üzerlerinde, onları üreten pratik etkinliğin, düşünsel bileşeninin ‘biçimlerini’ de taşırlar. İnsanın varolma sürecindeki üretimi, nesnelerin üzerine, bu pratik etkinliğin bilinç bileşeninin ‘biçimlerini’ de bırakır. Bilincin bu ‘biçimleri’, yani kategoriler, doğal olarak nesneler aracılığı ile bizim önümüzde belirir. Bilincimizi, bilinçle göremeyiz. Bilincimizi ancak ürünlerinde görebiliriz. ‘Nesnelerin aracılık ettiği’ bu durumda, karşımızda nesneye ait bulduğumuz kategoriler, oraya nesnenin üretimindeki etkinliğimizin düşünsel bileşeninin görünüşleri olarak kazınmıştır. Kategorileri üretiriz, ancak bu, kategorileri dışımızdaki bir maddeye bakıp, bilincimizde ürettiğimiz manasında değildir elbette.  Kategorileri, maddeyi değiştiren yaşamsal etkinliğimizin ürünlerinde, o ürünlerle üretiriz. Bu ürünlerde kategorilerimizi, bilincin biçimleri olarak görür ve ayrımsarız. Kategoriler “…..bir nesneyi genel anlamda niteleyen evrensel ve zorunlu kavramlar”dır. Aynı zamanda “kategoriler, öznenin bilinçli eyleminin evrensel biçimlerinden başka bir şey değildir.”[10] de.

                Bilinçli madde olarak, varolmak için yaptığımız tüm etkinlik, pratik ve düşünsel yönleri birlikte içerir. Bu en kaba tabirle, yapıp sonra düşünmediğimiz ya da düşünüp sonra yapmadığımız anlamına gelir. Varolma etkinliği bu iki ayrı alanın toplam etkinliğidir. Bireysel deneyimlerimiz bu durumu açıklamaz, hatta bireysel bakışa, tersiymiş gibi görünür. Ancak bilinç bireyin değil, bir tür olarak insanlığın bilincidir. Hatta günümüzün türü olarak insanın değil, bugüne kadar taşıyarak geldiğimiz tüm insan varoluşunun ‘tarihsel-toplumsal’ bilincidir. “Kategoriler, geçmiş kuşakların kollektif çabalarıyla, kollektif düşüncesinin gücüyle yaratılmış nesnelerin, bireyin bilincinde yeniden yapılandırılması, yeniden üretilmesinin evrensel biçimleridir.”[11] Büyük bir yanılgı olarak, bizden önceki kuşakların, kendimize malettiğimiz bilgisini, dolayımsız, doğal bir gerçeklikmiş gibi görür ve kavrarız.

                Tüm bunları tartışmak önemlidir çünkü, ekonomi-politiğin kategorileri de, örneğin ‘sermaye’ kategorisi de, tüm bu saptamalarımızın içindekiler gibi bir kategoridir. “Ekonomi-politiğin kategorileri nesnel düşünce-biçimleridir. Onlar toplumsal olarak geçerli, dolayısıyla nesnel düşünce-biçimleridir.”[12] İnsan varoluşunun tarihsel toplumsal şekli de, maddi dünya kadar somut ve nesnel olarak karşısında durmaktadır. Bu tarihsel toplumsal varoluş etkinliğinin düşünsel yönü, etkinliğin ürünlerinde, nesnel düşünce-biçimleri olarak, kategoriler olarak görünmektedirler.  

                Yaygın bir yanılgı olarak varolan, madde ve karşısında onu anlayan bilinç şeklindeki model, içeriğinde daha başlangıçta temel bir ikilik barındırır. Tikel nesnellikler karşısında, bu nesnelliğin tümel, kavramsal bilincini gören, temel bir ikiliktir bu. Bu yanılgılı durum, kategorileri, nesnelerden elde edilen ve soyutlamalarla nesnelerin kavramlarını oluşturan belirlenimler olarak görmek zorunda kalır. Tüm bu süreçleri de tümevarım ya da tümdengelimin işleyişi çerçevesinde algılar. Tikelin nesnel, maddi yapısının karşısında, tümeli, tikellerin soyutlaması ile ulaşılan soyut genellikler olarak tanımlar. Soyut genelliğe ulaşma yolu, örneğin pozitivizm için, bilimsellik iddasındaki bir tümevarım eylemidir. Bir olguyu, nesneyi kavramak demek, onun tarihsel kaynağına ve gelişimine, aynı zamanda bu gelişimin uyduğu yasalara vakıf olmak demektir. Nesnenin kavram ve kategorilerinin, o nesnenin tekrarlanan niteliklerinin genellenmesi ile oluşturulması bize o nesne hakkında bir nosyon, anlayış sunar ama onun gerçek kavranışını veremez. Gerçek bilimsel bir tümel olarak kategori, o nesne ya da olgunun kökenini ve hareketinin zorunlu yasalarını içerir. Böyle bir tümelin, tekil nesnelerin bir niteliğinin genellenmesi, soyutlanması ile oluşturulamaması, ampirizmin veya pozitivizmin bir sorunu olarak önlerinde durur. 

                Oysa diyalektik materyalizm için, kategoriler nesnenin, maddenin, dışsal olarak taşıdığı, salt nesnel belirlenimi değildir. Dolayısıyla kategoriler nesnel belirlenimlerin salt soyutlanmasıyla, genellenmesi ile ulaşılan birşey değildir. Kategoriler nesneldir çünkü, insan türünün üretiminin bir sonucudurlar ve bu üretimin bir bileşeni olan bilincin, nesneye yansımış, onun bir parçası olmuş ‘düşünce biçimleridir’. Düşünce biçimleri olarak kategoriler “basit soyutlamalar değil … toplumsal insanın bilincinde yansıyan duyularla algılanabilen nesnel etkinliğin evrensel biçimleri olarak anlaşılmıştır.”[13]

                Kategorilerin nesne ile bilincin ilişkisini belirleyen yönünü diyalektik bir şekilde anlamayınca, bu ilişkiyi kurma sorunu tümevarım ve tümdengelimin sırtına yüklenir. Diyalektik kategoriler, etkinliğin evrensel biçimleri olarak, nesneldirler, somutturlar. Aynı zamanda, etkinliğin bilinçsel yönünün biçimleri olarak soyutturlar. Salt ampirik gözlemlerin genellenmesi ile oluşturulmamışlardır. Bu yönleri ile pozitivizmin kendince bilimsel gördüğü bir tümevarımın eseri değillerdir. Materyalizmin soyuttan somuta yükselişinin sonucu olarak edinilirler.

                Çubukçu’nun kategoriler anlayışı;

“Kategoriler, evrensel hareketin bütünlüklü kavranışını sağlayan, tikel alanların bilgisini tümel bir bilginin ögeleri halinde, üzerinde işlem yapılabilir kılan, ya da en azından böyle bir işlevi yerine getirmeleri beklenerek inşa edilen düşünme araçlarıdır. Daha kısa bir tanımla, diyalektik kategoriler, olayların, nesnelerin ve düşüncelerin en soyut genel ve temel özelliklerini ifade eden kavramlardır.”[14]

Çubukçu’nun kategorileri, salt düşünce içidir. Kategoriler; nesnelerin yani tikel alanın ‘bilgisini’, düşünce alanında yani tümel bir kavram veya kategori bilgisi olarak işlemek için inşa edilen ‘düşünme araçları’dır. Nesneler ile düşüncelerin ilişkisini açıklamasını beklediğimiz kategoriler, nesneler ile düşüncelerin aynı torbada olduğu bir şeyin, soyut, genel özelliklerini ifade eden kavramlar olarak önümüze konur. Bu tanım kategorilerin nesnel yönünü dışlamakla birlikte, Çubukçu’nun bu yönün farkında olmadığı söylenemez. Çubukçu, kategorilerin bir yönleri ile nesnel öte taraftan alabildiğine bilinçsel olgular olduğunu bilir ve söyler. ‘Fakat, kategorilerin maddi ilişkilerin bir yansıması olduğunu öne süren modern diyalektik bakımından, kategorilerin bir de düşünce hareketine bağlı olan yanlarının bulunduğunu söylemek aynı derecede yadırgatıcı ya da kabul edilemez değildir. Elbette kategorilerin hayatı, esas olarak maddi hayat tarafından belirlenir; ama bunun yanında kategoriler, ‘düşünsel üretimin sonucu olma’ gibi bir özelliğe ve bunun sonucu olarak da, düşüncenin özgül dinamikleriyle belirlenen ‘kendi iç hayatlarına’ sahiptirler’[15] Aslolan Çubukçu’nun yaptığı gibi kategorilerin iki yönlü durumunu serimlemek olmayıp onları birleştirecek olan diyalektik ilişkiyi kurmaktır. Kategorilerin salt nesnelliğini anlatır ve sonuna bilince ait de olduklarını ekler. Sonra kategorileri salt bilinç içi yönleriyle örnekler ve sonuna onların nesnelliklerinin de bulunduğunu ekler. Bu iki yönün bağıntısından bahseder ve açıklamayı bir bağıntıyla oluşturamadığından, sonunda kategorilerin iki bağıntı düzlemi olduğu ile bitirir. Çubukçu, ‘kategoriler sistemi’ inşa ederken, nesnel gerçekliğin zihinsel yeniden üretiminin yarattığı diyalektik bağıntılardan sözeder. Çubukçu’nun açıklamasında ‘nesnel gerçekliğin bağıntıları’ ve ‘nesnelliğin zihinde yeniden üretilmiş halinin bağıntıları’ olarak kategorilerin iki ‘bağıntılılık düzeyi’ içerdiğini görürüz.  “Kategorilerin bağımsız varlıklarının bulunmadığını, gerek yansıttıkları nesnel ilişkiler bakımından, gerekse kendilerinin bir nesne olarak iş gördükleri mantıksal süreçler bakımından birbirine bağımlı olduklarını ileri süren diyalektik tez, iki bağımlılık düzeyine işaret etmektedir. Birincisi, insanın dönüştürücü pratiğinin kendisine konu aldığı nesnel gerçekliğin bağıntıları, ikincisi ise, bu nesnelliğin zihinsel yeniden üretilmiş halinin bağıntıları”.[16] Bağıntıyı sağlamak için ‘pratik etkinlik’ önerilir. Ancak Çubukçu’nun pratik etkinliği tarifetme şekli, bilinç ile maddenin bağıntısını sağlamak yerine, ancak eklektik bir birlik oluşturabilmelerine yeter. Çubukçu’nun yaptığı pratik etkinlik tarifi ile, maddenin ve bilincin art ardalığından öte bir ilişki sağlanamaz.            

Çubukçu’nun birleştirici pratiği;

Pratik, ürünler üzerinde, bilinç bileşiminin biçimlerini de bırakan yaşamsal etkinlik olarak değil, üretimini yapıp sonra bilincin karşısına bilme nesnesini bırakan bir yaşamsal etkinlik olarak konur. Önce üretmek ve ardından ürettiklerini bilmek ya da tersi önce bilmek sonra ona uygun üretmek olarak görülebilecek ayrımı Çubukçu bir türlü aşamaz.

 “Pratik etkinlik, bir dış gerçeklik üzerinde, sınırsız ve sınıflandırılmamış somut, canlı karmaşık doğa üzerinde gerçekleşir. Bu, maddi hayatın üretilmesinin ilk verisidir. Üretim sürecinin nesneyi düzenleyen ve doğal olmaktan çıkartarak insanal hale getiren etkisi, onu aynı zamanda mantıksal bir ürün olarak işlenmesinin de temelini kurar.”[17]  Oysa, insanın tür olarak pratik etkinliği, onun maddi hayatının üretilmesidir. Bu ilk veri değildir, maddi hayatın üretilmesinin ta kendisidir, verisi değildir ve dolayısıyla nesnel etkinlik kadar bilincin etkinliğini de içerir, dolayısıyla bilincin biçimlerini de taşır. Üretim, nesneyi doğal halinden çıkarıp insanal hale getirir. İnsanal hale gelen bu ürün hem nesne olarak varlığını taşırken hem de bu pratik-bilinçli etkinliğin izlerini taşır. Ürünün üzerinde etkinliğin düşünsel bileşeninin ‘biçimleri’ vardır. Ürün hem bir nesne hem de düşüncenin biçimidir artık. Yani Çubukçu’nun dediği gibi, işlenmiş nesne, bir daha ve bu sefer de düşünsel olarak işlenmesiyle kazanmaz bu özellikleri.

Çubukçu materyalist inançla, bilincin kökenini maddede arama çabasındadır. Ama daha ilk adımda üretimin nesnesini, bir özne-nesne ilişkisinin bütünlüğü olarak değil de öznenin işlemesi gereken bir üretilmiş nesne olarak ayrıştırır. Nesnedeki, insanın sebep olduğu değişiklikleri, sadece fiziksel değişiklikler olmaları dışında, bu değişikliklerin düşüncenin biçimlerini de içerdiğini görmesi gerekirken, düşüncenin biçimlerini nesnede görmez ve onları, nesne karşısında durduğunu düşündüğü öznel bilince, nesneyi yeniden işleme tabi tutarak ürettirme çabasında olur. Nesnede görünen ve ürün olarak işlenmesinden kaynaklanan, onun üzerine yapışık görünen kategorileri (düşüncenin biçimlerini), nesneye ait belirlenimler olarak bilincin dışında, onun karşısında düşünür. Sonrasında bu belirlenimlerden, bilinçte kategoriler oluşturmayı ister.

 Öznel-nesnel ilişkinin gerçek şekli tanımlanamayınca, süreç bir öncelik sonralık ilişkisinin sığlığına düşer. Nesnelerin, doğanın “…mantıksal formlar altında ifade edilebilmesi ve üzerinde düşünsel işlemler yapılabilmesi için önce değiştirilmesi gerekiyor”[18] Bu değiştirme ediminin zaten düşensel bileşeni içerdiğini söylememiz ve bu bileşeni de nesnenin taşıdığı belirlenimler olarak, kategoriler olarak görmemiz gerekirdi. Bunu göremeyince, bu sıralanışın daha kötü sonuçları da olur; “… onu bilgi düzeyinde ele geçirişimizin, kavramlar ve kategorilerle örülmüş sisteminin bozuluş ve yeniden kuruluşu anlamına gelmekle kalmıyor, her yeni ve daha yüksek mantıksal kuruluştan sonra, buna uygun bir pratiği de başlatmak ve doğayı öylece yeniden üretmek anlamına da geliyor.”[19]  Yapmak ile bilmek edimlerinin bu ayrılmış durumunda iki yan ortaya çıkıyor. Bir yan yaptığını bilen bilinç olurken diğer yan bildiğini yapan etkinlik oluyor. Sonunda da bu iki yan ayrılıkları içinde yanlış ifadeler olarak kalır.

                Çubukçu, mekanik tümevarımcılıkla farkını, maddenin etkinlikle değiştirilmiş olduğunu saptamasında görür. Ancak bu etkinlikle değişen maddenin, kavram ve kategorilerle ilişkisini kuramadığını fark etmez. ‘El değmemiş madde’ karşısında kategori üreten mekanik tümevarımcı yerine, ‘el değmiş madde’ karşısında kategori üreten mekanik tümevarımcı değişiminden başkaca bir değişim öneremeyecektir. Üstelik bu yaklaşımı, nesnel gerçekliği de ikiye böler. Bir yanda bilincin dışında eldeğmemiş nesnellik ile diğer yanda bilince taşınabilmiş bir eldeğmiş nesnellik oluşur. Bilmek etkinliği ile nesnel etkinlik ayrımını yaratan bir bakışın olağan yanılgısıdır bu. 

Çubukçu’nun kavram ve kategorilerin bilinç içi tanımları ve nesnelliklerinin diyalektik bağıntısını kuramaması sonucunda, kavram ve kategorilerin ‘soyut genellikler’ olarak varolmaları kaçınılmaz olur. Çubukçu için kavramlar ve kategoriler, tikelliklerin belli niteliklerinin soyutlaması ile ulaşılmış, bilinç içi ‘soyut genellikler’dir. Tikelden tümele ulaşımın, tümevarım ve tümdengelimleri üzerine eleştirel sözler sarf etse de en sonunda mecburen tümevarımın soyut genel kavramıyla uyuşmak zorunda kalır. Bu noktaya, en klasik hali ile tümdengelimi bir tanrı kelamı ve tümevarımı da pozitivizmin işi olarak sınıflamasına rağmen gelir üstelik. Aslında, tümevarımdan ayrı olduğunu öne sürdüğü yolunu ise, pratikle düzeltilmiş bir tümevarım iddiası olarak görebiliriz. Pratik, tümevarımı düzelten ve bağıntıları kuran etken olarak önümüzdedir. Ancak belirttiğimiz gibi Çubukçu’nun bu pratiği, bağıntıyı kuran bir pratik değil, bilinç ile maddesini art arda koyan bir yanılgının ürünü olan pratiktir.

Çubukçu, tikel ile tümelin birliğinden, analiz ve sentezin iç içeliğinden, genel olarak nesne ile bilincin ayrılmaz bağıntısından devamlı bahseder. Durum böyleyken, Çubukçu’ya, nesne-bilinç ilişkisini kuramadığı, tikel ile tümeli ayırdığı, tüm bunların diyalektik ilişkisini açıklayamadığı yönlü bir eleştiri yöneltmek haksızlık gibi görünebilir. Bu düşüncenin önüne geçmek için bir örnek alıntı yapalım. “Bilim, ilk kez karşılaştığı bir olgu karşısında, ilkin kendi birikimlerini gözden geçirerek, bu yeni olgunun daha önce formüle edilmiş yasalardan hangisinin kapsamı içine alınabileceğini sorar; eğer cevap, bilinen yasalar içinde bulunabiliyorsa, olgu sınıfını bulmuş demektir, sorun yoktur. Fakat bazı yeni olgular –toplumsal pratiğin doğadan ayıkladığı yeni bağıntılar ya da yeni nesnelerdir bunlar- herzaman geleneksel bilgi sistemi içinde açıklanamaz. Böyle bir durumla karşılaşıldığında, genellikle eski teoriler gözden geçirilir ve teoride bir eksiklik bulunup bulunmadığı araştırılır. Gene bir açıklama geliştirilemezse, yeni bir teorik sistem kurma ihtiyacı doğar. Bilim tarihi, eskimiş ölmüş ‘doğa yasalarının mezarlığı gibidir’.”[20] Çubukçu’nun bu örneğinde, yeni bir nesne veya olgu ile karşılaşılaşılıyor, ancak bu karşılaşılan tikel nesne ya da olgunun, bir tümelinin olmaması, bilincimizdeki var olan tümellere de uymaması dolayısıyla bir sorunla yüzleşiliyor. Çubukçu’ya göre tümeli olmayan bir tikele bu şekilde ulaşmak, tümeli olmadan bir tikelle bu şekilde karşılaşmak mümkün. Bu karşılaşmanın tikeli, bilincimizdeki tümellerle eşleşmeyince, bu sefer olguya, tikele uygun bir tümel inşa ediliyor. Çubukçu, karşılaşılan tikele ait bir tümel taşımadan, bomboş bir bilinçle yeni bir olgunun, tikelin algılanıp kavranacağını, sonra da bu tikelin ilişkili olduğu tümelin oluşturulacağını, bilimsel bilginin artışının, değişiminin yolu olarak önümüze koyuyor. Hiçbir tümelliğe sahip olmadan, salt özgür  bir şekilde tikel nesnelere bakarak, bu tikellerden tümele yükselme görüngüsü, sadece görüngüdür. Eski tümel yasaların terkedilmesi ile oluştuğunu Engels’den aktardığı  ‘doğa yasalarının mezarlığı’ tanımlaması kanımızca böyle oluşamaz. Tikel ile tümelin birliğinden her daim bahseden Çubukçu’nun bu birliğin diyalektik ilişkisini açıklama yöntemi, aslolarak tümevarımcı yaklaşımın bir örneğini oluşturmaktadır.Bilimsel alandan iki alıntıyla, bu tarz, tümevarımcı yaklaşımların oldukça eleştiriye açık olduklarını görmek mümkün. “… ilkeli tutumlar açısından bakınca bir kuramın yalnızca gözlenebilen büyüklükler üzerine inşa edilmesini arzulamak tamamen yanlıştır. Çünkü gerçekte durum bunun tam tersidir. Neyin gözlenebileceğine yalnızca kuram karar verir. … Sadece gözlenebilen büyüklükleri sunduğumuz yolundaki iddiamız, aslında, üzerinde çalışmakta olduğumuz kuramın bir özelliğine ilişkin bir varsayımdır.”[21] Çubukçu’nun, tikellerin arkasından gelen tümeller tarifine hiç uymayan bir Einstein yaklaşımı örneği bu. Bu tarz, bilimsel hiçbir ön düşünce taşımaksızın, boş bir kağıt olarak başlanan incelemeler sonunda ulaşılan kavramlar Kuhn için de gerçekçi değil; “Niceliksel bağımlılıkları ifade eden yasaların, hiçbir kavramsal yükümlülüğe girmeksizin, öylesine yürütülen ölçümlerin irdelenmesi ile bulunduklarını sık sık işitiyoruz. Ama tarih, aşırı Bacon’cu nitelik taşıyan böyle bir sistemi destekleyecek hiçbir örnek sunmuyor.”[22]

Çubukçu’nun bilimsel gelişme tarifi, bilimsel gelişmenin görüngüsüdür. Yaygın olarak, yeni olguların, yeni gözlenen niteliklerin, yeni ölçülen niceliklerin üzerine, tümel kuramlara ulaşıldığı algısı hakimdir. Bu hakim algı Einstein’nın de belirttiği gibi bir yanılgıdır. Gözlemlerden, tümele ilerlemek bir yana, neyin gözlenebileceğine yalnızca kuram karar verir. Bu sadece kuramlarımızı destekleyecek gözlemler yaparız şeklinde değerlendirilmemelidir. Yeni niceliklerin ölçümünün, gerçekliğin tipik bir örneği olarak karşımızda duran  tümel (kuramsal) yapının analiziyle birlikte gideceğini görmek olarak değerlendirilmelidir. Ancak bu diyalektik süreç atlanırsa, görüngü tam da Çubukçu’nun anlattığı gibi metafizik, formel bir hal alır. Bu formel yaklaşımın sık sık işitilmesine rağmen açıklayıcı olamadığı da Kuhn tarafından saptanıyor.   

                Çubukçu’nun yönteminin ulaşacağı sonuçlara ilişkin iki örnek ;

Metafizik bir bakış için tümel kavram, tikellerin bir veya birkaç niteliklerinin genellenip soyutlanması ile ulaşılan kavramlardır. Bu tarz bir kavram algısı, tümellerin, tikellerin bir sınıflanması işleminden daha fazlasını ifade edemez doğal olarak. Böylesi bir metafizik kavram, tikellerin bir arada durduğu soyut bir birlikteliği ifade eder, daha fazlasını değil. Elbette bu soyut birlikteliğe de ancak tümevarım ile ulaşılabilir. Tikellerin niteliklerini sınıflayan, birleştiren ve sonuçta tümele ulaşan bir tümevarım.

Metafizik bakışın bu tümeli, gerçeklik ile uyuşmaz. Tümel kavramlarımız, tikeller kadar ampirik belirlenime sahip olmamanın fakirliği yanında, tikellerin içermediği başka belirlenimleri içeren ve bu sayede başka bir yönden tikellerden daha zengin olan bir yapıya sahiptir. Tümel kavramlarımız, tikellerinin kökenini, değişim şekillerini, onların hareketinin yasalarını da içerirler. Bu çelişik durumu metafizik bakış ya da pozitivist bir yaklaşım dahi görür. Salt soyutlama ile ulaşılan tümel kavram bir kavram olmaktan çok nesnenin bir nosyonu olmaktan öteye geçemez. Oysa kavramlarımız nesnenin tam bir kavrayışını yani tikellerden soyutlama ile getirilmesi mümkün olmayan, nesneye ait yasaları da içerir. Pozitivist, bu çelişki önünde çözüm üretmeye çalışır. Bilgilerimizin yetersizliğini ileri sürerek, çelişkinin çözümünü bilgilerimizin gelişeceği ileri dönemlere havale eder. Metafizik bakış, tikel ile tümelin bu çelişkili ilişkisinde, çelişkinin kalkmasını ister ve tümeli, tikellere uygun bir şekilde değiştirmeyi dener. Kavramı, verilerle uyuşmadığı her adımda, verilere uygun bir şekilde değiştirmekle sorunu çözmeye çalışır. Bu şekilde değiştirilen kavram, çelişkisiz olur, ancak artık hiç bir şeyi açıklamayan, boş bir nosyon haline de gelir. Bu ampirik tümel, tikellere uygun bir soyutlama olmaktan öteye gidemez artık. Ancak tikel ile tümelin çelişkili ilişkisi bir gerçek, diyalektik bir nesnel gerçeklik olarak varolmaya devam eder.

Diyalektik bakış, tikellerdeki niteliklerde, kategorilerde, bilincinin biçimlerini görür. Nesnelerde, bilincinin izlerini görür ve onları takip eder. Aynı zamanda bilincinde, kategorilerinde, varoluşunun nesnel etkinliğini bulur. Bilincinde, nesnelerin ve nesnel etkinliğin zorunluluklarını görür. Öznel etkinliğinin nesnel yasaları içinde, çelişkiyi en başından beri taşır. Çelişkisiz bir birliği önermez. Dolayısıyla bu yönüyle diyalektik bir kavram, kategori, tümel, metafizik bir bakışın soyut bir belirlenimine, nosyonuna dönüşmüş tümelinden farklıdır.    

Ampirik, metafizik bir yaklaşımla oluşturulmuş tümel ile diyalektiğin tümelinin ayırımını gören Çubukçu, bu iki tümelin farkını şöyle aktarır. ‘Diyalektiğin kategorileri, … kendilerinden tümdengelimli çıkarsamalar yapılabileceği kanısını verirler. Biçimsel tanıtlama ya da daha alt kavramların tümdengelimle kendilerinden türetilmeleri için, hiç de herhangi bir metafizik ‘tümel kavramdan’ geri kalmazlar.’[23] Diyalektik tümellerin uygun içeriklerine rağmen, bu yolun takip edilmesinin doğru olmadığını söyleyerek devam eder. Neden doğru olmadığını ise, tikel ile tümelin, bu ilişkilenme sırasında doğacak olan çelişkisinin, kategorilerin içeriklerinin geçersiz olması şeklinde görülebileceği için olduğunu söyler ve  şu şekilde örnekler; ‘Marx’ın İngiliz Sanayi Kapitalizmi üzerindeki çalışmalarının sonucu olarak kurduğu iktisadi kategorilerin, tümdengelim için elverişli tümeller olarak anlaşılması sonucunda, ondan herhangi bir ülkenin somut gerçekliğinin türetilebileceğini sanan, fakat bunun mümkün olmayışı karşısında suçu kategorilerin içeriğinde arayan ve revizyon ihtiyacını öne süren pek çok ‘teorisyen’ görülegelmiştir.’[24] Devamında Çubukçu, formel mantığın tümellerinin, tümdengelim için çelişkisiz bir zemin sunmaları için kurulduğunu söyler. Ancak diyalektik mantığın tümellerinden böyle bir çelişkisizlik beklememeliyizdir. Tam burada Çubukçu’nun neden diyalektik tümellerin çelişkili birlikler olduğunu açıklamasını beklerken o, diyalektiğin tümellerini, kategorilerini, tümel olma vasfından çıkararak karşımıza çıkar; ‘Diyalektiğin kategorileriyse, her şeyden önce tek başlarına birer tümel olma özelliği taşıyamazlar. Tümellik ya da evrensellik onların bağıntılı bütünlüğündedir. O bütünlük ki, mantığın kendisidir.’[25] Mantığın kendisi olan bütün ise, Çubukçu için, diyalektik mantığın, organik, canlı, geçişli, hareketli bir bağıntılılığın, süreçlerin ve karşılıklı etkileşmelerin mantığı olarak, herhangi bir biçimden yoksundur. Çubukçu, diyalektik tümelin bütünlüğünü söyler ama bu bütünlüğün nasıl kurulduğunu göremez. Metafiziğin, tikel ile tümelin ayrımı ile şekillenmiş algısından türeyen tümel tarifinin zemininin dışında bir zemin göremediğinden, diyalektiğin tümelini de bu koşullarda açıklamaya çalışır.

Metafizik bakan bir ‘teorisyen’, Marx’ın kavramlarının, tümellerinin birinden yola çıkar ve bu tümelin, tikel, somut durumlara uyumsuzluğunu öne sürerse, bu uyumsuzluğun tümelin, bu işe uygun olmamasından kaynaklanmadığını, sorunun metafizik bakıştan kaynaklandığını görmemiz gerekir. O ‘teorisyenin’ aradığı, çelişkisiz, soyut tümel, metafizik bir özlemden başka birşey değildir. 

                Çubukçu’nun iddasının aksine, Marx’ın kategorileri tümdengelimli bir çıkarıma, herhangi bir ülkenin somut gerçekliğini türetmek için uygundur. Bu uygunluk, çelişkisiz bir tümel-tekil ilişkisinin var olması anlamında değildir elbette. Diyalektik mantığın tümeli, somut gerçekliğin tüm zenginlik ve çeşitliliği karşında, bu anlamda fakir, ama bu tikellerin, somutlukların doğuş, gelişim ve hareketlerinin yasalarını ifade eden genişliğiyle de tikellerden daha zengindir. Diyalektiğin tümeli, somut gerçekliklerin, salt ampirik soyutlaması ile oluşturulmuş soyut bir nosyon gibi, tikelliklerle çelişkisiz bir birlik ifade etmez. Zaten bu yüzden, diyalektiğin tümeli, somutlukları açıklayacak yasaları içinde barındırmaktadır. Ampirik soyutlama ile oluşturulmuş bir tümel ise somutlukların çelişkisiz bir sınıflaması olarak hiçbir kavramsal bilgi içermez. Tümel-tikel ilişkisinin bu yönünü Lenin’den bir açıklama çok iyi özetlemektedir; “Demek ki karşıtlar (tikel, genelin karşıtıdır) özdeştirler: Ancak genele götüren bu bağ içinde varolmaktadır tikel. Genel de ancak tikelin içinde, tikel dolayısıyla vardır. Her genel, bütün tikel nesneleri ancak yaklaşık olarak içinde barındırır. Her tikel, eksik olarak girer genelin içine vs.”[26]

            Çubukçu’nun örneği içinden bakınca, Marx’ın kategorileri, bırakın herhangi bir ülkeyi, kendi zamanının İngiltere’si için bile uyumsuz hale gelir. Değer kategorisi İngiltere içinde bile, tikel, ampirik olgularla çelişkisiz bir birliği ifade etmez. Ricardo’nun, emek değer yasasının ampirik, tikel olgularla çelişkisini gördüğünü ve metafizik bir özlemle çelişkisiz ilişkiyi aradığı ama bulamadığını hatırlayalım. Metafizik çelişkisizlik isteği, ancak, tikel-tümel ayrımı ve ampirik verilerin genellenmesi ile oluşturulmuş bir soyut tümel isteği olmaktan öteye gitmeyecektir. Oysa nesnel gerçeklik diyalektik kavramda karşılığını bulmaktadır.

                Çubukçu, metafizik bir tümeli reddetmesine rağmen, bunun karşısında  diyalektik bir tümeli kuramaz. Dolayısıyla metafizik bir yaklaşımla, çelişkisiz bir tümdengelim isteyen ‘teorisyenin’ gerçek hatasını serimleyemez. Sadece diyalektiğin tümellerinin, metafiziğin tümelleri gibi olmadığını söyleyebilir. Diyalektiğin tümelleri bağıntılıdır der, ama bağıntıyı açıklayamaz. Diyalektiğin tümellerini savunmaya çalışır. Ancak, diyalektiğin tümellerinin, tümdengelimle bir başka gerçekliği veremeyeceğini, oluşumlarını da tümevarımın şekilci, sıralı yükselişiyle yapmadığını vb. söyler ama nedenini açıklayamaz. Metafizik bakışın ona dayattığı tümevarımcı zemini aşamaz.

İkinci örneğimizde Çubukçu, tümelin ve tikelin ilişkisini ne denli yanlış kurduğunu bir kez daha gözler önüne serer. ‘Örneğin ticaret sermayesi, tarihsel olarak sanayi sermayesinden, o da finans sermayesinden önce gelmektedir. Sermayenin yapısını inceleyen araştırmacının izleyeceği yol, ‘son kategoriden’ başlamak olacaktır. Çünkü finans kapital, diğer sermaye biçimlerinin hepsinden sonra doğmuş olmakla birlikte, modern burjuva kapitalist (emperyalist) ilişkiler içinde, diğerlerini kapsayan ve hareketini yönlendiren bir ‘hiyerarşik yer’ tutmaktadır. Diğer kategorilerle olan ilişkisi ve onların içerikleri üzerindeki açıklayıcılığı, kendisinden yola çıkılarak tanımlanacak bir bütünlük oluşturmaktadır. Aynı işlevi, tarihsel olarak eski aşamalara denk düşen, dar kapsamlı ve gelişmemiş ilişkilerin ifadesi olan ‘ticari sermaye’ kategorisi yerine getiremezdi.’[27]

                Çubukçu için, son oluşan, diğer tikellerin hareketini yönlendiren ve açıklayan bir hiyerarşik yer edinir. Oysa son oluşan değil, tümel olan bu yere sahiptir. ‘Sermaye’ tümeli, kapitalizm içinde diğer sermayelerin hareketini açıklayan, onların yasasını ifade eden yere sahiptir. Marx bu tümele son olarak oluşmuş sanayi sermayesini incelediği için değil, kapitalizmin içinde, ‘sermaye’ içinde, İngiliz üretim yapısını incelediği için ulaşmıştır. Gelişmiş İngiliz kapitalizmini soyutlayarak analiz etmiş ve ‘sermaye’ tümeline tüm somutluğu ile ulaşmıştır.

                “Fiili olguda, insanlık, tümel, ‘bitimsiz’ genelleme ve sonuçları, yalnızca felsefede değil, bilginin herhangi bir alanında da hep edindi. Bunu da, tüm olası durumların ortaklaşa sahip oldukları özdeş özelliklerin soyutlanmasından ziyade, en az bir tipik durumun analizi yoluyla gerçekleştirdi”[28].  Marx’ın, Kapital’inin alt başlığının da ‘kapitalist üretimin eleştirel bir analizi’ olduğunu belirtip bir alıntı daha yapalım. “Marx, adı geçen kapitalizmin tümel yapısını, tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal üretim sistemi olarak açığa çıkarma görevini yerine getirdi. Fakat, bunu yaparken, o dönem gezegende yaşanan kapitalist gelişimin istisnasız bütün durumlarını tümevarımsal karşılaştırma yolunu kat etmedi. Bir diyalektikçi olarak farklı davrandı: En karakteristik ve en gelişmiş durumunu, yani İngiltere’deki kapitalist gelişimi ve onun İngiliz ekonomi literatüründeki yansımasını ele aldı. Bu tekil durumun ayrıntılı incelenmesi temelinde tümel bir ekonomik teori çözümlemesini gerçekleştirdi”[29].

                Günümüzde sermayenin yapısını inceleyecek araştırmacı, Çubukçu’yu dinleyip, finans sermayesini, diğer sermayeleri açıklayan bir yapı olarak araştırırsa, ilk adımda büyük uyumsuzluklarla karşılaşacaktır. Bir tikel olarak finans sermayesi, sermaye tümelinin ne kapsamına ne de işlevine sahiptir. Araştırmacı, finans sermayesi ile diğer tikel sermayelerin uyumsuzluğunu gidermeye çalışırsa ya da diğer sermayelerle uyumlu olduğu alanları tesbit etmeye çalışırsa her hâlükârda kendini ampirik bir ayrıştırma ve birleştirme işinde bulacaktır. Bu durum meyve kategorisini bir kenara bırakıp, en son tanıştığı muzla, eskiden bildiği elma ve armutları açıklama çabasına dalmak kadar saçma bir durumdur.

                Çubukçu için tekil nesnelerin dışında yaratılan tümel, düşünceye ait bir soyutlama olduğundan, bu tümel, nesnel bir gerçeklik taşımaz. Doğal olarak Çubukçu için somut bir varoluşa sahip olmayan, tümel olarak bir soyutlamayı ifade eden ‘sermaye’ kategorisinin, başlangıç içinde bir yeri yoktur. Çubukçu için ‘sermaye’ bir soyutlama, bir genellemedir. Tekiller içinde benzerliklerin, ortak niteliklerin soyutlanmasıyla ulaşıldığına inandığı ‘sermaye’ soyut evrenselini, tekillerin doğuş, gelişim, hareket yasalarını taşıyan unsur olarak görmesi beklenemez elbette. Bu yaklaşımı yüzünden Çubukçu, gerçek anlamda bir evrensel açıklayıcı olma fonksiyonunu, son oluşmuş olan tikelin omuzlarına yükler. Çubukçu’ya göre finans sermayesi çözümlemesi yapmak, araştırmacıya, tüm sermaye yapılarının ilişkisini açıklayan, hareketlerini sunan bir açılım verecektir. Çubukçu’nun tavsiyesine uyan her araştırmacı, bir tekil olan finans sermayesinin niteliklerinin, hareketinin diğer sermaye yapıları için de açıklayıcı olmasını boşuna bekleyecektir. Her tekilin çözümlenmesi gibi, finans sermayesinin çözümlenmesi de diğer sermayelerle ortaklık ve benzerliklerden daha çok çelişki ve zıtlıklarını ortaya serecektir.

                Çubukçu’nun beklediği bütünlüğü, açıklayıcılığı bu yolun sağlayamayacağı açıktır. Tekillerin tüm ayrılık hatta aykırıklarına rağmen onların bütünlüğünü sağlayan, hareketlerinin yasalarını içeren, onların kökenini işaret eden evrensel, diyalektiğin somut evrenselidir. Örneğimiz de bu somut evrensel kategori, ‘sermaye’ kategorisidir. Nesnel varoluşuyla sermaye kategorisi hem finans sermayesinin diğer sermaye yapılarıyla bütünsel ilişkisini ve hareketini tanımlar hem de bu sermayeler arasındaki zıtlık ve çelişkilerin diyalektik çözümlemesini sunar. “Gerçek tikel sermayelerden ayrı olarak genel olarak sermayenin kendisi gerçek bir varoluştur. Bu, sıradan iktisat tarafından anlaşılmasa bile bilinmektedir ve örneğin denge öğretisinin, vs. çok önemli bir momentini oluşturmaktadır. Sermaye bu genel biçimde her ne kadar bireysel sermayedarlara aitse de sermaye olarak basit biçimde bankalarda biriken veya kapitalistler arasında bölüştürülen ve Ricardo’nun dediği gibi kendisini üretimin ihtiyaçlarına göre hayran kalınacak bir biçimde bölüştüren sermayeyi oluşturur. … Bu nedenle genel, bir yandan sadece zihinsel bir ayrımın işaretiyken, diğer yandan da özel ve tekil biçimin yanı sıra var olan belirli bir gerçek biçimdir.”[30] Çubukçu sadece zihinsel düzeyde varolan, soyut evrensel sermaye dışında bir başka varoluş tanımaz. Soyut bir genellemenin, somut bir varoluşa sahip olmasını düşünmeyi, idealizmin yanılgısına düşmek olarak görür. Tekillerin yanında kendisi de bir tekil olarak varolan, nesnel somut bir evrensel Çubukçu için anlamsızdır. Bu somut evrenseli tanımadığından, tümdengelim boş bir tekrar olurken, Çubukçu için tek bilimsel bilgi yolu olarak, pratik ile, hareket ile restore edilen bir tümevarım kalır.

Çubukçu’yu dinleyen araştırmacı, finans sermayesinin açıklayıcılığına inanarak çıktığı yolda, diğer tikel sermaye çeşitleri ile oluşan her uyumsuzlukta, tam da Çubukçu’nun korktuğu gibi, Marksizmin revizyonunu talep edecektir. Uyumsuzluğun aşılması için, kapsayıcılık verdiği finans sermayesini önceleyip, diğer sermayeleri, finans sermayesine tabi kılmaya çalışacaktır. Birçok finansal enstrümanın yeniliğinden bahsedip, artık diğer sermayelerin de aynı yasalar ile çalışmadığı iddiasında olacaktır. Hatta kapitalizmin de değiştiğini ve yepyeni bir paradigmanın içinde olduğumuzu iddia edebilecektir. Oysa sermaye tümeline hakim her diyalektik materyalist araştırmacı, yeni ve uyumsuz yönleri, tikelliğin bir zorunluluğu, zenginliği olarak görecek ve yönünü hiç kaybetmeden yeni tikel sermaye şeklinin de ‘sermaye’ tümelinin hareket yasaları ile davrandığının bilincinde olacaktır. İlk araştırmacı Marx’ın artık eskidiğinden bahisle yeni bir kapitalizm tanımlama çabası sergilerken, ikinci araştırmacı Marksizmi kullanarak, yeni gelişen tikellikler ekseninde, Marksizmi geliştirecek ve zenginleştirecektir. Çubukçu’nun da ikinci yolun kullanılmasını istediğinden kuşku duymak için hiç bir sebep yoktur. Ancak diyalektiğin uygulanamaması, tüm iyi niyete rağmen, doğru sürecin tarifini engellemektedir ne yazık ki.    Alper Öztaş – Birikim Dergisi 349/350. Sayı, Mayıs/Haziran 2018


[1] F. Engels, Ludwig Feuerbach Ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu,çev; Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara 1992,sayfa; 20

[2] F. Engels, Ludwig Feuerbach Ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu,çev; Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara 1992,sayfa; 22

[3] V. İ. Lenin, Materyalizm Ve Ampiryokritisizm, çev; Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara 1993, sayfa;133

[4] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011, sayfa; 21

[5] Marx’dan aktaran Viktor A. Lektorski, Özne Nesne Biliş, çev; Şükrü Alpagut, Yordam Yayınları, İstanbul, 2016, sayfa;184

[6] Marx, 1844 Elyazmaları, çev; Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara 1993, sayfa;146

[7] Marx’dan aktaran Viktor A. Lektorski, Özne Nesne Biliş, çev; Şükrü Alpagut, Yordam Yayınları, İstanbul, 2016, sayfa;189

[8] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, çev;Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2013, sayfa;51

[9] Marx’dan aktaran Viktor A. Lektorski, Özne Nesne Biliş, Çeviri; Şükrü Alpagut, Yordam Yayınları, İstanbul, 2016, sayfa;204

[10] E.V. İlyenkov, Diyalektik Mantık, Çeviri; Alper Birdal, Yazılama Yayınları, İstanbul, 2009, sayfa;74

[11] E.V. İlyenkov, Diyalektik Mantık, Çeviri; Alper Birdal, Yazılama Yayınları, İstanbul, 2009, sayfa;151

[12] Marx’dan aktaran E.V. İlyenkov, Diyalektik Mantık, Çeviri;Alper Birdal, Yazılama Yayınları, İstanbul, 2009, sayfa;146

[13] E.V. İlyenkov, Diyalektik Mantık, Çeviri; Alper Birdal, Yazılama Yayınları, İstanbul, 2009, sayfa;202

[14] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011, sayfa;110

[15] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011, sayfa;116

[16] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011, sayfa;126

[17] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011, sayfa;138

[18] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011, sayfa;140

[19] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011, sayfa;140

[20] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011, sayfa;139

[21] Einstein’den aktaran Viktor A. Lektorski, Özne Nesne Biliş, Çeviri; Şükrü Alpagut, Yordam Yayınları, İstanbul, 2016, sayfa;217

[22] Kuhn’dan aktaran Viktor A. Lektorski, Özne Nesne Biliş, çev; Şükrü Alpagut, Yordam yayınları, istanbul, 2016.sayfa;221

[23] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011,sayfa;153

[24] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011, sayfa;154

[25] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011, sayfa;154

[26] Lenin, Felsefe Defterleri, çev; Attila Tokatlı, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1976, sayfa;303

[27] Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2011,sayfa;158

[28] E. V. Ilyenkov, Marx’ın Kapitalinde Soyut ve Somutun Diyalektiği, Çeviri; Hüseyin Akyol, Yorum Yayıncılık, İstanbul, 1996, sayfa;218

[29] E. V. Ilyenkov, Marx’ın Kapitalinde Soyut ve Somutun Diyalektiği, Çeviri; Hüseyin Akyol, Yorum Yayıncılık, İstanbul, 1996, sayfa;221

[30] Marx’dan aktaran E.V. İlyenkov, Diyalektik Mantık, Çev; Alper Birdal, Yazılama Yayınları, İstanbul, 2009, sayfa; 251

Yorumlar kapatıldı.