Komünistler Birliği’nden Komünist Enternasyonale Yazı Dizisi Üzerine Okur Mektubu-2
Derginin bir önceki sayısında “Komünistler Birliği’nden Komünist Enternasyonal’e yazı dizisini” değerlendirirken, post Marksistlere karşı verilecek kuramsal mücadelede, tarihsel süreçleri yeniden değerlendirerek sunmanın yanında, doğru bir Marksist bilimsel kurama sahip olmanın önemine değinmiştik. Ancak bu şekilde, Marksizm’e yapılan saldırıları, kuramsal yanlışları içinde görmek ve göstermek mümkün olacaktır. Oysa çoğu ‘Marksist’ yazın, ne saldırının kuramsal yönünü açmaya çalışır ne de Marksizm’e yapılan tahrifata kuramsal bir açıdan karşılık verme eğilimi taşır. Daha çok, tahrifatın yaratacağı ya da yarattığı politik sonuçları serimlemeye ve Marksizm tarihinin içinden bu yönde bir tahrifata cevap olma benzerliği, potansiyeli taşıyan olgu ve fenomenleri sunmaya odaklanır. Bunun temel nedeninin, Marksist bilimin gerçek bir kavranış eksikliği olduğunu söylememiz mümkündür.
Bir örnekle açmaya çalışalım. Örneğimizi, yaygın bir kabul gören pozitivizm ile Marksizm’in ayrımının tartışmaları üzerine kuralım. Pozitivizmin yaklaşımına karşı da, Marx’ın, Feuerbach eleştirisi için not düştüğü ‘on bir tezin’ ve Alman İdeolojisi kitabının içinden birkaç örnek sunalım. Pozitivizm gibi bir kuramsal yanılgının bile, günümüz Marksizm’inin savunucularından ne yazık ki daha derin bir tartışma içeriği taşıdığını ve mekanik materyalist bir kurama hapsolmuş günümüz düşüncesinden hak ettiği eleştiriyi almak bir yana onay gördüğünü göstermeye çalışalım.
Önce A. Cevizci’nin sözlüğünden alıntılarla pozitivizme dair bir çerçeve oluşturalım. Pozitivizm, “metafizik ile bilim arasına kesin sınırlar koyan, dogmayı ve sezgisel olanı bilimsel etkinlik alanından uzaklaştıran ve… bilimsel bilgiyi öne çıkaran… akla, gözleme ve deneye dayalı pozitif bilginin” tek bilgi türü olmasını öngören dünya görüşü. Pozitivizm, “bilim felsefesinde, doğrudan doğruya ampirik gelenek içinde yer alan ve gözlem ve deneyime dayanan pozitif bilgi lehine metafiziği, metafiziksel spekülasyonu reddeden anlayış, öğreti”. Okudukça hepimize çok da olumlu bir izlenim veren bu açıklamaları uzatmak ve bir pozitivizm ‘bilimselliği’ şiiri yazmak mümkün ama son bir alıntıyla bitirelim. “Saint-Simon ve özellikle de Comte tarafından kurulan bir öğreti olarak pozitivizm, İngiliz ampirizminin dış dünyayı sadece deneyim yoluyla bilebileceğimiz, her türlü bilginin son çözümlemede duyu-deneyime dayanmak durumunda olduğu tezini kabul eder”.
Son alıntıda adı geçen Comte, Auguste Comte. Ülke olarak eğitim sistemimizin kaynağını oluşturan pozitivist, aydınlanmacı filozof. Yani ülkemizin aklı, Comte’un tedrisatı içinde bir eğitim almıştır diyebiliriz. Zaten yukarıdaki pozitivizm tariflerinin aklımıza hiçbir olumsuz çağrışım getirmemesi ya da hiçbir aykırı soru oluşturmaması da biraz bundan. Peki ama bir Marksist için yukarıdaki tariflerde itiraz edilecek bir şey var mıdır? Metafizik ve dinsel dogmaların dışında olan Marksist kuram için de, bilgimiz, sadece duyu ve deneyime dayalı değil midir? Elbette bu sorunun cevabı; Marksizm için de ‘tüm bilgimiz sadece duyum ve ilişkili duyumlar anlamına gelen deneyime yaslanmaktadır’ olacaktır. Marksizm için de, duyularımız dışında bir bilgi kaynağı yoktur ve olamaz.
O halde Marksizm ile pozitivizmin bu noktada ortaklaştığı düşünüle bilir mi? Buna, pozitivizmin anlayışının bilimsel olduğunu düşündüğü için evet diyen birçok Marksist bulunmaktadır ne yazık ki. Hatta temel bir ‘pozitif bilimler-toplum bilimleri’ ayrımı yapan ve ‘pozitif bilim’ alanında pozitivizmin hâkimiyetini ilan eden ve Marksizm’i ‘toplum bilim’ alanı için öneren de oldukça çok Marksist de bulunmaktadır. Ya da epistemoloji-ontoloji ayrımı yanılgısını onaylayan ve diyalektik materyalizmi epistemolojinin içine layık gören de birçok Marksist bulunmaktadır. Bu yanılgılara kendini çok kaptıran Marksistlerden, diyalektik materyalizmi, Doğanın Diyalektiği kitabında tüm bilimsel alanlara uygulayan Engels için, Materyalizmi kabalaştırdığı eleştirisi de duyabilirsiniz. Comte’un tedrisatından geçen ‘Marksistler’, pozitivizmden vaz geçmeden ve onu bilimsel yöntem olarak görerek, ‘Marksist’ olmaya çalışınca böyle sonuçlar çıkabilmektedir ne yazık ki.
Sorumuza geri dönelim, bilginin tek kaynağı duyum ve ilişkili duyum olarak deneyim midir? Bu sorunun pozitivist olan ile Marksist olan cevapları aynı gibi görünür: Evet, bilginin tek kaynağı duyumdur. İkisinin de evet demesine rağmen, pozitivizm yanılgısı ile Marksist bilimsellik arasındaki büyük ayrımı oluşturan ise: ‘Peki o zaman duyum nedir?’ sorusudur. Bu sorunun cevabını pozitivizm, yaygın olarak kabul gören ‘edilgen duyu’ ile açıklarken, Marksizm, ‘On bir Tez’de de göreceğimiz üzere, ‘etkin duyu’ tarifi ile açıklayacaktır.
Pozitivizm için duyu, bilincin dışındaki olgu ve fenomenlerin, duyu organlarımız fizyolojisi içinde, bilince doğrudan yansıması ile oluşmuştur. Pozitivizm bize, gördüğümüzü, duyduğumuzu vb. söyler o kadar. Düşünce tarihi içinde tartışılan, duyuma yönelik tüm sorunlar pozitivizm tarafından görmemezlikten gelinir. Daha doğrusu pozitivizm, duyu organları fizyolojisini açıklamakla bu sorunların yok olmasını umar ama gözün tüm fizyolojik açıklamalarına rağmen, görmenin ne olduğunun açıklanamaması, pozitivizminde malumudur. Bu nedenle duyumun tüm neden ve nasıllarını metafizik alana havale etmekten çekinmez. Görmenin bilgisini, gözün ve beynin fizyolojisini daha da derin bileceğimiz gelecek zamana ertelemeyi yeterli görür. O güne kadar ise bu tartışmayı metafiziksel alana atmakta sakınca görmez. Yani metafiziğe savaş açtığını düşünen pek bilimsel pozitivizm, duyumun kategorilerini ve kavramlarını metafizikten almaktan çekinmez.
Küçük bir örnekle biraz daha açmaya çalışalım. Dışındaki dünyaya bakan gözler, eğer görmenin şemalarına, biçimlerine yani kategorilerine sahip değillerse, kendilerini bilinçli görmeyi oluşturamadıkları bir algı çorbası karşısında bulacaklardır. O halde, bu algı çorbasını bilinçli algıya dönüştüren, görmenin işleyiş şemaları yani kategoriler nasıl oluşmuşlardır? Üstelik bu tek sorun da değildir. Oluşan duyum, duyu organımızın fizyolojik temelinde şekillenmiştir ancak salt fizyolojiyle açıklanmaya çalışılan duyum ile duyum biçiminin açıklanamaması bir yana duyumun içeriğinin, duyumun nesnesi ile örtüştüğünü sınamak da imkânsız olmaktadır. Örneğin: Papatya beyaz mıdır, yoksa gözünüz o frekansları algılayabilecek kısıtta olduğundan mı size beyaz görünmektedir. Arıların mor ötesini algılayan gözlerine papatyanın, bizim gördüğümüz renkte yansımadığını da bildiğimize göre, siz mi arı mı gerçek rengi görmektedir? Duyunun doğrudan oluştuğunu söyleyen pozitivizm için kaçınılmaz ve çözülemez olan bu sorunları ve daha nicelerini, Edmund Husserl ve onun Fenomoloji kuramı içinde yapılan tartışmalarda okuyabilirsiniz.
Pozitivizm tüm duyum sorunlarını görmemezlikten gelip, duyuma ait tüm sorunları metafizik alana havale ederek pek de ‘bilimsel’ bir yol izlemediğini göstermektedir. Ancak gerçekler inatçı olduğundan ve gelişen bilişim teknolojileri, kameraların ‘görme’sini, mikrofonların ‘duyma’sını istediğinden, o muhteşem pozitivist kuram, duyumu metafizik alanda kalarak başından savmaya çalışmasında suçüstü yakalanmıştır. Bu noktada biz, pozitivizmi ve bilimsel olmamasını bir kenara bırakıp, Marksist bilimin duyum açıklamalarına girelim. Bu sayede temel iddiamız olan; Marksistlerin, Marksist kurama hâkim olmadıkları gerçeğini göstermeyi deneyelim.
Marksist kuramın duyuları nasıl açıkladığını, bir pozitivistten alıntılayarak başlayalım: Bertrand Russell, onun Batı Felsefesi Tarihi kitabındaki ‘Marx’ bölümü. Kitabının bu bölümünde Russell, Marx’ın kuramını kendi anladığı eksende aktarmaya çalışmaktadır. Anlayışı yanlıştır ancak Russell’in Marx’ın kuramını tartışma zemini göreceğimiz gibi ne yazık ki birçok Marksist’ten daha derindir. Russell, Marx’ın kendinden önceki mekanik materyalizmi aşan kuramsal duruşunu şöyle dile getirir: “Eski materyalizmin, yanlış olarak, duyumu edilgen saydığını, etkenliği her şeyden önce nesneye yüklediğini söylemiştir. Onun görüşünde, tüm duyum, ya da algı, özneyle yüklem arasındaki karşılıklı etkidir. Çıplak nesne, algılayanın etkenliğinden ayrı olarak salt hammaddedir ve bilinme işleminde biçim değiştirir”. Bu tarifi Marx alıntıları ile açıklamak için Russell devamında, Marx’ın Feuerbach üzerine on bir tezinden üçüncüyü ve çok doğru bir anlayışla on birinciyi alıntılar.
Russell, “ ‘Duyum’un İngiliz ampiriklerince kavrandığı biçimdeki gerçekliğini hayırlamak asıldır bu kuram için. İngiliz ampiriklerinin, ‘duyum’ adını verdiği şeye, bir etkinliği içeren ‘farketme’ adı verilmesiyle ortaya çıkar bu hayırlama. Gerçekte (Marx’a göre) biz şeyleri, onlara göre davranışımızın bir parçası olarak farkederiz ve eylemi dışarda bırakan herhangi bir kuram, yanıltıcı bir soyutlamadır” diyerek, yanlışlar içerse ve kaba bir Marx anlayışına yaslansa da, birçok Marksist’in ayırdında bile olmadığı, Marksizm’in ‘duyum’unun farkını açıklamaya çalışır.
Pozitivizmin, edilgen olarak açıkladığı duyumun, Marksist bilimde etkin duyu olarak nasıl açıklandığını Alman İdeolojisi kitabından ve On Bir Tez’den alıntılar yaparak açmaya çalışalım. Birinci Tezde Marx “şimdiye kadarki tüm materyalizmin (Feuerbach’ınki dâhil) başlıca kusuru, nesnenin, gerçekliğin, duyumluluğun; duyumsal insan faaliyeti, pratik olarak değil, öznel olarak değil; yalnızca nesne ya da sezgi biçiminde kavranmasıdır… Feuerbach, duyumsal nesneler –düşünsel nesnelerden gerçekten ayrı nesneler- ister: ama insan faaliyetinin kendisini nesnel faaliyet olarak kavramaz….” der. Marx, kendinden önceki mekanik materyalist anlayışın ‘duyumu’, nesnenin bilince doğrudan yansıyan sezgisi olarak anladığını, nesne karşısında edilgin bir öznenin, nesnenin imgesini bilincinde buluverdiğini düşündüğünü söyleyerek eleştirmektedir. Oysa Marx, duyumluluğun, bir duyumsal insan faaliyeti olduğu, öznenin pratiğini içeren bir yapısı olduğunu, bu sayede oluştuğunu söylemektedir birinci tezde.
Mekanik materyalistler ve Feuerbach, duyumu tıpkı pozitivistler gibi nesnenin doğrudan bir yansıması olarak değerlendirmektedirler. Alman İdeolojisi kitabında bu nokta için Marx; “Feuerbach’da duyumsal dünya ‘kavramı’, bir yandan bu dünyanın basit sezgisiyle öte yandan basit algısıyla sınırlı kalır…” der. Duyumun bu basit tarifinin yarattığı yanılgılara düşmeyi Marx şöyle saptar; “…duyumsal dünyayı, onu meydan getiren bireylerin canlı duyumsal faaliyetinin toplamı olarak kavramaya erişemiyor;…” . Marx, duyumun gerçekleşmesini sağlayan işleyiş şemalarının, biçimlerinin yani duyumun kategorilerinin kaynağını, insanın kendini üretme etkinliğinin içinde görür. Bu görüşünün temelini de Hegel’de bulur.
İlk defa Hegel, insanın duyumuna konu olan nesnelerin, insanın değiştirme etkinliğinin de konusu olan nesneler olduğuna değinmiştir. Hegel’e göre insanı, belli bir şekilde etkinlikte bulunmaya yönlendiren ‘tin’, bu etkinliğin, değiştirilen nesnel dünyada bıraktığı izlerle, duyumunun kategorilerini açıklamaktadır. Marx insanın, belli bir şekilde etkinlikte bulunmaya yönlendirilmesinin ve bu haliyle etkinlik öncesinde bir bilinç(tin) şemasının varolmasının söz konusu olmadığını söyler. Ancak insanın duyumunun konusu olan nesnelerin, insan tarafından dönüştürülmüş dünyanın nesneleri olduğu ve bu dönüştürülme etkinliğinin izlerini taşıyacağı da açıktır. Marx, insanın etkinliğinin, varoluşunu üretme etkinliği olduğu ve insan türünün kendi varoluşunu da toplumsal olarak ürettiğini saptadıktan sonra, bilincin ve bilinçli duyumun kaynağının toplumsallığını ortaya koyar. Marx, insan toplumunun tarihsel süreçte varolduğu biçimi, insan düşüncesinin ve algısının kaynağı olarak açıklar. Bilinçli duyumu mümkün kılan kategoriler, insanın varoluş etkinliği içinde gerçekleştirdiği üretimin, bilinç bileşeninin ‘biçimleri’ olarak hayat bulmaktadırlar. Bilinci ve bilinçli duyumu oluşturan, insan toplumunun, nesnel dünya karşısında konumlanıp, ona bakması, onu yorumlamaya çalışması değildir. İnsan toplumu, varoluş etkinliğinin üretimi içinde, dünyayı değiştirdiği, dönüştürdüğü için ve bu etkinliğin biçiminde duyumsayabilmekte ve bilinçli olabilmektedir.
Bu noktada on birinci tezde değinilen konuya gelmiş oluyoruz: “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir”. Marx’a kadar tüm düşünürler -düzeltilmek koşuluyla Hegel ve nesnel idealistler dışında- bilinci ve bilinçli duyumu, nesnenin karşısında konumlandırmışlardır. Bilincin nesne karşısında bu konumlandırılışından sonra da, nesnenin duyumunun ve kavramının nasıl oluşturulabileceği konusunda çözüm bekleyen sorunlara da değişik yorumlar yapmışlar, farklı yaklaşımlar sergilemişlerdir. Marx ise bu konumlandırmanın hatalı olduğunu, bilinci ve bilinçli duyumu nesnenin karşısında konumlandırarak hiçbir gerçek açıklama yapılamayacağını söyler. Asıl olan, insan toplumunun varoluş etkinliğinde, pratiğinde doğada yarattığı değişimdir. Doğada yaratılan bu değişim, bilincin kavram ve kategorilerine, duyumun kategorilerine bir nevi kaynak teşkil eden şeydir. Bilinç ve bilinçli duyum, bu etkinliğin içeriği, etkin nedeni ve sonucudur. Marx bilinci ve bilinçli duyumu ararken doğanın karşısında konumlanıp onu yorumlayan filozoflar gibi yapmamış, tersine doğayı dönüştürme etkinliğinde bulunan toplumsal insanın pratiğinde, bilinci ve bilinçli duyumun oluşumunu görmüştür.
On birinci tezin çok yaygın olarak; ‘filozoflar gibi yorumlayıp durmayı bırakın, harekete geçip devrim yapmaya bakın’ şeklinde kabaca ifade edebileceğimiz yorumları sadece yanlış olmakla kalmazlar, çok daha büyük sorunlar yaratırlar. Bu şekildeki yorumlar, bilinç ve bilinçli duyumu, mekanik materyalizmin anlayışı içine hapsetmek durumunda kalırlar. Bu şekilde mekanik materyalizme hapsolmuş bir Marksizm anlayışı ise, pozitivizmin kucağında devrimcilik yapmaya kalmak durumunda kalır. ‘Felsefeyi boş verin, devrim yapmaya bakın’ söylemi, radikal gibi görünmesine rağmen, pozitivizmin bahçesinde kuzu kuzu devrimcilik oynamak durumundadır artık. Mekanik materyalistlerin on birinci tezi bu şekilde yanlış okumalarına karşı, Russell’in, Marx’ın bu sözlerini, etkin duyum perspektifinde söylediğinin farkında olması ve o eksende alıntılaması oldukça ilgi çekicidir. Marx, bize sunduğu Marksist bilimle en büyük devrim çağrısını sunmaktadır ve bu çağrıyı, Feuerbach’ı ve mekanik materyalistleri eleştirdiği tek bir cümlede ifade ettiğini düşünmek elbette yanıltıcı olacaktır.
Marksist bilinç ve bilinçli duyum konusunda yaptığımız kısa tartışmaya Alman İdeolojisi’ndeki etkin duyum açıklamaları ile devam edelim. Marx, Alman İdeolojisi’nde, Feuerbach’ın üretimin kesilmesi örneği üzerinden yaptığı çözümlemeyi ilerleterek şöyle söyler: “…üretim, günümüzde olduğu biçimiyle bütün duyumsal dünyanın temelidir,…eğer bunlar kesintiye uğratılsaydı, bu kesinti bir yıl için bile olsa, Feuerbach, yalnızca, doğal alemde muazzam bir değişiklik bulmakla kalmayacak, bütün insanlık aleminin kaybından olduğu kadar kendi seyretme yetisinin kaybından, hatta bizzat kendi varlığının kaybından da pek çabuk yakınacaktı”. Toplumsal üretim etkinliği, duyumun temelidir derken Marx, sadece duyumun kategorilerinin yani duyumun işleyiş şemalarının, duyumun içeriğinin bu üretimin sonucu olduğunu değil, bilinçli duyumun kendisinin, insanın duyum biçiminin de bu üretim etkinliği ile ve sonucunda oluştuğunu söylemektedir. İnsanın toplumsal üretiminin tümünün durduğunu hayal etsek, üretimin, nesnel dünyayı değiştirme süreçlerinin son bulmasıyla, bilincin konusu olan nesnel dünyanın tamamen değiştiğini ve bu şekilde doğal alemin muhteşem bir farklılık gösterdiğini görecek olmamıza rağmen, bu örnekteki önemli yan salt bu değildir. Çarpıcı olan, Feuerbach’ın sadece çevresinin değiştiğini değil, kendi seyretme yetisinin kaybolduğunu hatta benlik algısının da kaybolduğunu görmesidir. Toplumsal üretimin kesintiye uğratılması örneğinde, insanın, nesneleri duyumsayamamaya başlaması ve bilinçli duyum yeteneğini topyekûn kaybetmesinden bahsedilmektedir. Hatta kendisini, doğanın bütünlüğünden ayrı olarak konumlandırmasını sağlayan, benlik duygusunu da kaybetmektedir. Böylece bilinçli canlıdan, canlıya dönüşmektedir.
İnsanın toplumsal üretiminin tümünün yok olduğu örneğinde Feuerbach, kör olmamasına rağmen bilinçli görme yetisini kaybetmektedir. Aslında olan Feuerbach’ın, bilinçli görme sürecinden, canlı gözüne geri dönmesi olacaktır. Feuerbach artık dünyaya bilinçli görme duyumu ile değil, kediler gibi, kuşlar gibi bakmaktadır. Üstelik benlik algısı da kaybolmuştur ve dolayısıyla bilinci de.
Bu noktada Russell’in daha önce alıntıladığımız sözlerine geri dönerek bitirelim. Russell, Marx’ın kendisi gibi edilgin bir duyum tariflemediğini anlar ve “onun(Marx’ın) görüşünde, tüm duyum, ya da algı, özneyle yüklem arasındaki karşılıklı etkidir” diyerek bunu saptar. “Çıplak nesne(nin), algılayanın etkenliğinden ayrı olarak salt hammadde” olduğunu ve Marx’ın, etkinlikle değişen bir duyum nesnesinden bahsettiğini de anlar Russell. Buraya kadar Marx’ı anlamada Russell, geçmiş ya da günümüz mekanik materyalistlerinden çok öndedir. Ancak devamında Russell, duyum nesnesinin “bilinme işleminde biçim değiştir”diğini söyleyerek Marx’ı anlamaktan uzaklaşır. Bu şekilde bilme, bilinç, gene maddenin karşısına ve etkinliğin öncesine konur Russell tarafından. Marx’ın bu bilme sürecini, insanın etkinliğinde açıkladığını göremez Russell, hala etkinliğin öncesinde konumlandırdığını düşünür. Tekrarlarsak Russell, Marx’ın kendinden farklı olarak, duyumu ve bilinci etkinliğin içinde, etkinliğin bileşeni ve sonucu olarak oluşturduğunu değil de, gene öncesine konumlandırdığını ve pratikle bu şekilde ilişkilendirdiğini düşünür. Günümüzde mekanik materyalist anlayışın, pratiği bilince eklemek için en çok tercih ettiği eklektik yol da, Russell’in yanılgısının basit bir şeklidir aslında.
Russell farkın, kendisinin ve İngiliz ampiristlerinin duyum dediği şeye Marx’ın, “bir etkinliği içeren ‘farketme’ adı”nı vermesiyle ortayaçıktığını düşünür. Madde ile bilinci karşı karşıya koymanın dışında bir şey düşünemeyen Russell için, bu karşılıklılık sabit kalmak koşuluyla Marx ancak “biz şeyleri, onlara göre davranışımızın bir parçası olarak farkederiz ve eylemi dışarda bırakan herhangi bir kuram, yanıltıcı bir soyutlamadır” demiş olabilir. Marx’ın, insan toplumunun varoluş etkinliği içinde ve sonucunda gördüğü ‘etkin duyum’, Russell tarafından, bilinçli insanın, etkinliğinin öncesinde sahip olduğu bilinci ile giriştiği etkinliği sırasında oluşan bir ‘farketme’ hali olarak anlatılır. Trajik olan nokta, Russell, Marx’ı yanlış anlamış olması nedeniyle doğal olarak yanlış anlatıyor olsa da, günümüz mekanik materyalistlerinden daha derin bir tartışma yürütüp, üstüne onlardan daha kapsamlı bir on bir tez okuması yapıp, daha kapsamlı bir etkinlik-duyum tartışması yapmasıdır. Hal-i pür- melalimiz budur.
Bütün bu noktaları tartışmaya çalıştıktan sonra, ‘tamam çok güzel de, şimdi post Marksistlerin şu saçmalığına ne diyeceğiz’ içeriğindeki sorular, içinde bulunduğumuz kavramsal yoksunluğa hiç değmeden, son söze giden bir kestirme yol bulma telaşının ürünü olacaktır ancak. Böyle bir kestirme yol yoktur. Marksizme saldıran kuramcıların, yanlış da olsa bir kuramları vardır ve bu yanlış kuramlar Marksizm’in bilimine hâkim kuramsal çözümleme ve eleştiriler gerektirirler. Bu saldırılara karşı sadece kötü, yanlış diyerek verilecek reaksiyonun hiçbir karşılığı yoktur. Üstelik Marksist kuramı, hayatımız boyunca aldığımız pozitivist kavramsallaştırma ve formel mantık ekseninde edinmek ya da yorumlamanın imkansız olduğu unutulmamalıdır. Yöntem çalışması yapıp diyalektik materyalist bir zemine yükselmez isek, içinde debelendiğimiz pozitivist metafizik kavramsallaştırma ile yapacağımız Marksizm çözümlemeleri, mekanik materyalizmin, ütopik sosyalizmin içine yuvarlanır. Ve çoğunlukla da pozitivist kuramı onaylamaya dönüşür. İçinde olduğumuz ve eğitimini aldığımız yöntemin yanlışlığını, kısırlığını bilmeden ve tartışmadan, iyi niyetli bir okuma ile kestirme bir yoldan Marksist bilime ulaşamayız. İyi niyetli okumalar, bu durumda bizi pozitivizmin cehennemine taşıyacaktır sadece.
Bu yazı Söz ve Eylem Dergisi 2023 19. Sayısında yayımlanmıştır. http://www.sozveeylem.com/category/pdf
Yorumlar kapatıldı.