8 Eylül de, Yener Orkunoğlu’nun Engels’in Diyalektik Anlayışında Sorunlar başlığıyla bir yazısı bu (sendika.org) sitede yayınlandı. Orkunoğlu yazısında, Engels’in eleştirilmesinin mümkün hatta gerekli olduğuna değiniyor. Devamında günümüzde gittikçe yaygınlaşan Engels eleştirilerinin genel bir çerçevesini sunuyor ve tartışmayı makaleleri ile sürdüreceğini söylüyor. Bu makalesinde ise, Engels’in felsefe alanındaki bir yanılgısı olarak “doğa ve toplum diyalektiği arasındaki farka dikkat çekmemesi” saptamasını yapıyor. Orkunoğlu’nun eleştirisinin odağındaki bu saptamasından anlıyoruz ki doğa bilimleri ve onun yöntemi ile toplum bilimleri ve onun yönteminin ayrı oldukları kabul edilmiş. Bu iki bilimsel alanın yöntemlerinin her ikisinin adı diyalektik olsa da birisi doğa diyalektiği öbürü toplum diyalektiği olarak birbirlerinden özenle ayrılmış. Sonuçta da Engels’in bu ayrımı yeterince görmemiş ya da belirginleştirmemesi eleştirilmiş.
Eleştirinin bu zemininden şöyle bir sonuca varılabilir: Doğanın Diyalektiği’ni yazan Engels, bu ayrımı yeterince dikkate almadığından, ‘doğanın’ formel mantığı da içeren ve çelişkili birliği dışlayan yöntemi ile ‘toplumun’ çelişkili birliği içeren diyalektik yöntemini aynılaştırıyor. Bu yanlışı yüzünden Engels, ‘toplumun’ diyalektik yöntemini, ‘doğanın’ formel yöntemi ile aynılaştırıyor. Eleştirmenlerin iddiası odur ki, bu sebeple Engels diyalektik materyalizmi mekanikleştirip formelleştiriyor.
Orkunoğlu yazısında çoğu kişinin sadece söyleyip geçtiği bu eleştirileri açarak ve örneklendirerek aslında çok olumlu bir tartışma zemini sunuyor. Bizde, bir okur olarak ve sadece kısa bir makale çerçevesinde olabileceği kadar, Engels eleştirilerini, sunulan düzlemde tartışmaya ve bu eleştirilerin ne denli yanlış bir zeminden yapıldığını göstermeye çalışalım.
Burjuvazinin bize sunduğu düşünsel zemin kaba bir pozitivist metafiziktir. Engels eleştirilerinin kaynağını da bu zemine basarak düşünmek ve bu zeminin sunduklarını apaçık doğrular olarak kabul etmekten kaynaklanmaktadır. Birçok kişi için anlaşılır olmayan bu tarifi açmak aslında Engels eleştirilerine de kendiliğinden bir yanıt üretecektir.
Öznel ve Nesnel
Burjuvazinin pozitivist metafiziği öznel ve nesnelin ayrılığı konusunda çok emindir ve bizlere de bunu apaçık bir doğruluk olarak sunar. Pozitivizm bu yanılgısını başlangıç noktasına borçludur. Doğanın karşısında bilinç, doğayı anlayan bilinç ya da öncelikli olarak sahip olunan bilinç ile etkinlikte bulunma gibi saptamalar, pozitivizmin çıkış noktasını oluşturur. Bu başlangıcın, bilinci, doğanın nesnelliği karşısında konumlanmış bir öznellik olarak görmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla pozitivist metafiziğe göre öznel olan nesnel ve nesnel olan da öznel olamaz. Laboratuvardan içeriye girerken en ufak bir öznellik taşınamazken, bilince ait de en küçük nesnellik aranamaz. Pozitif bilim yapmanın amentüsü gibidir bu. Pozitivizm için, doğaya ait bilgimizin kaynakları olan deneyimlerimiz öznellikle kirletilmez ise doğrudur ve diğer taraftan insan bilincinin oluşumuna da nesnelliğin hiçbir müdahalesinin olmaması koşulu bu düşünceleri öznel ve özgür kılar. Pozitivist metafiziğe göre, biliminsanı, öznellikten arınmış olarak laboratuvarında, nesneleri algılar ve nesneler üzerinde ilişkili algılar olan deneyimler edinir. Nesnelere dayanan bu algı ve deneyimlerin öznellikle ilgisi olmadığı için de salt nesnel bilimsel sonuçlar olduğu kabul edilir.
Pozitivist metafizik, doğaya ait bilgimizi oluşturan deneyimleri mümkün kılan bilincin kategorilerinin ve kavramlarının kaynağını hiç sorgulamaz. Günümüz pozitivizminin sığlığında böyle bir soru pek anlamlı gelmeye bilir ancak düşünce tarihi bu sorunun altından kalkamamış ve çözüm için Marx’ı beklemek zorunda kalmıştır. Orkunoğlu’nun da kullandığı bir örnekle açmaya çalışalım. “Bu ağaç yeşildir” yargısına bakalım. Bizim algılarımız, bir nitelik olarak ‘yeşil’ kategorisini nereden edinir. Ne saçma soru, doğrudan ağaçtan görerek ediniyorum diyorsanız, bilincin nitelik kategorilerini nesnesinden, algılayanın tüm öznelliği ile dolayımsız aldığını söylüyorsunuz demektir. Bu apaçık kaba materyalist cevabın, sorunu çözmek bir yana durumu daha da ağırlaştırdığını, nesnel idealistler yüzümüze vurmakta gecikmezler. Kant, bilincinizde önceden nitelik, uzam, zaman vb. kategorileri olmadan o ağacı bilinçli olarak algılamanızın imkânsız olacağını açıklıkla gösterecektir. Bu doğru saptamayı yaptıktan sonra Kant, bilincin kategorilerinin a priori, yani deneyim öncesi bilinçte bulunması gerektiğini söylemiştir. Kant’ın çözüm olarak sunduğu, kategorilerin deneyim öncesi bilinçte hazır olmaları durumu elbette idealist bir açıklamadır. Ancak nitelik kategorisine sahip olmadan bu ağaç yeşildir denemeyeceği de hiç idealist olmayan bir doğrudur.
Hegel de kategoriler olmadan algılamanın oluşamayacağını görür. Bilincinin kategorilerinin, ‘bilinç biçimleri’ olarak, birey bilincinin dışından edinildiğini söyler. Kategoriler için bilinç biçimleri tarifi yapacak kadar ilerlemesine rağmen Hegel de son erimde onların mutlak bilinçten geldiklerini söyleyecektir. Pozitivizmin hiç aklına gelmeyen bu sorun neden Kant gibi Hegel’i de uğraştırmıştır ve kategorileri nesnelerden dolaysızca ediniriz demek neden yeterli olmamaktadır? Okuyucu için somutlaşması amacıyla çok temel birkaç soru içinde örnekleyelim. Örneğin nesnelere baktığımızda, onları sonsuz bir algılar çorbasından ayrımsamamızı sağlayan nedir ve nesnelerin niteliklerini doğrudan algılıyorsak, nesnenin imgesinin, algılayan her bireyin öznel algısı olmasını önleyen nedir? Bunu önleyen bir açıklama yoksa, nasıl olup da bunca öznel insan yargısı kusursuzca hem nesnesi ile hem de diğer öznel insan algılarıyla uyuşabilmektedir? Üstelik bu durumda dışımızdaki fenomenler bolluğundan hangi nitelikleri seçerek algımızı oluşturduğumuz ve bu nitelikleri seçme sebeplerimiz de açıklanamaz olarak kalacaktır. Algımızın ve deneyimlerimizin kategorileri bize ait öznel bilinç işleyişleri oldukça yani biz ‘bakınca görüyorum işte’ dedikçe, çukur derinleşmektedir.
Kategorileri bu öznel yapıdan kurtarabilmek ise onları bireyin bilinci dışında görmekten geçer ki bu kategorileri nesnel olarak tarif etmek demektir. Ancak bu nesnelliğin açıklamasının doğru yapılması gerekir. Kant, Hegel gibi düşünürlerin kategorileri nesnel görmeleri ama bu nesnelliğin kaynağını doğru görememeleri dolayısı ile onlara nesnel idealistler diyoruz. Günümüz pozitivizmi bu konuda hiçbir kaygı taşımaz ve kategorileri metafizikten devralarak kaynaklarını sorgulamadan kullanır. Onu metafizik pozitivizm adına layık kılan da bu durumdur.
Pozitivist metafizik için laboratuvara, bilince ait kategoriler ile girmek demek, deneyimin nesnelliğine öznellik bulaştırmak anlamına geleceğinden, bilimsel olmamak demektir. Diğer taraftan da pozitivist metafizik için, bilincin kategorilerini bireyin bilinci dışında bir kaynakla ilişkilendirmek ise, öznel bilinci hiçe saymak, onu robot gibi bir programlamanın içinde düşünmeye zorlamak, öznelliği ve insanın düşünsel özgürlüğünü yok etmek demektir. Pozitivist metafizik çelişkili bir sunum oluşturamaz, onun için asla bir şey hem nesnel hem de öznel olamaz.
Marx’ın bu konudaki çözümlemesi dahicedir. Diğer tüm düşünürler gibi önce bilincin oluşumu ile başlamaz Marx. Yani oluşmuş bir bilincin doğayı dönüştürmesi kurgusuyla başlamaz. Marx için bilinç, doğa ile dolayımsız olarak ilişki kuran yani doğal kodlarına göre yaşamını kuran bir canlının, bu doğal kodların dışında yaşamını üretme etkinliğine girmesi, doğa ile dolayımlanması sonucunda görülür. Canlı, yaşamını üretmek ve yeniden üretmek için dışındaki doğayı, doğanın ona verdiği doğal kodların dışında değiştirmeye başladığında bilinçli bir canlıdan bahsetmeye başlarız. Dolayısı ile Marx için bilincin dışındaki doğa, bilinçli canlının varoluş etkinliği tarafından değiştirilmiş doğadır. Yani dışındaki nesnelerde bu bilinçli canlı sadece nesneyi değil, o nesneyi değiştiren yaşamsal etkinliğin izlerini de görür. Bunlar kategorilerdir ve Marx kategorileri, Hegel gibi ‘bilincin biçimleri’ olarak anlamlandırır ama kaynağını Hegel gibi mutlak bilinçte bulmaz. Ekonomi politiğin kategorileri de algımızın ve deneyimlerimizin kategorileri gibi birer kategoridirler. Kategoriler dışımızdaki nesnelerin nesnel varlıklarının imgeleri oldukları kadar, bilinçli canlının yaşam etkinliğinin o nesnede oluşturduğu öznel değişimleri de içerirler. Bu nedenle kategoriler öznel oldukları denlide nesnel ve nesnel oldukları denlide özneldirler. Bu noktada, doğanın salt nesnel varlığı ve insan toplumunun kendini üretme etkinliğinin salt özneliği gibi bir ayrım oluşamaz.
Orkunoğlu’nun iddia ettiği gibi iki ayrı bilim ve iki ayrı yöntem metafizik pozitivizmin hayalidir. Pozitivizm salt madde yığınından oluşan ve keskin yasalara tabi, çelişki içermeyen ‘doğal bilimler’ nesnel alanı ile salt insan bilincinin yasasız ve kuralsız hareketiyle oluşan, çelişki barındıran ‘toplum bilim’ öznel alanını birbirinden ayırmayı önerir. Engels’in doğru bulmadığı ve Orkunoğlu’nun doğru bulduğu şey pozitivizmin bu metafizik önerisidir.
Bu noktada bir parantezle Engels için öne sürülen bir başka eleştiriye yer açalım. Engels’in, çok eleştiri konusu yapılan alizarin örneği üzerinden yaptığı çözümlemesi, Marx’ın kategorileri tarifine dayanır. Günümüz okuru için Engels’in, kendinde maddenin olmadığı ve alizarinin gerçekliğinin onun pratikte yapılması olduğu yönlü saptamaları, kaba materyalist bir yaklaşımın kanıtı olarak sunulur. Oysa Engels, Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’inden ikincisinde söylediği sözü yinelemektedir. Şöyle ki, yukarıda kategorilerin, dışımızdaki doğanın bilinçli canlının varoluş etkinliği tarafından değiştirilen nesnellikte, bilincin biçimleri olarak var olduklarını söylemiştik. Bu noktada şu soru üretilebilir: Bilincin biçimleri olan kategoriler sayesinde yaşamsal etkinlik ile değiştirilmiş doğayı gerçeklik olarak karşımızda buluyorsak, bu gerçekliğin, gerçek gerçeklik olduğundan yani insanın yaşamsal etkinliğini içermeyen gerçeklikle uyumlu olduğundan emin olabilir miyiz? Engels bu soruya pratikle, üretimle uyumlu sonucu üretiyorsa gerçektir diye cevap verir. Bu cevap kategorilerin tarifini görmeyen bir bakış için, sadece bilinçte her nasılsa oluşmuş bir imgenin kaba materyalist bir bakış ile pratikte sağlanması olarak görülür. Oysa aynı şeyi Marx ikinci tezde şöyle ifade eder “nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorunu, bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan hakikati, yani düşüncenin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikle kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış bir düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur”. Kendinden önceki tüm düşünürlerin aksine, bilincin öncelliğini öne sürerek başlamayan ve canlının doğal kodları dışında varoluşsal etkinlikte bulunmasının, bu varoluşsal pratiğinin bilinç bileşeninin ‘biçimleri’ olarak kategorileri tarif eden bir düşünsel zemini sağlandıktan sonradır ki, ancak ondan sonradır ki ‘pudingin gerçekliği yenmesi’ olur.
Orkunoğlu’nun Kurtulmaya Çalıştığı Çelişki
Çelişkinin varlığından diyalektikte kaçılamaz. Bu diyalektiğin çelişkiyi içermesinden değil, nesnel durumların çelişkiyi içermesinden kaynaklanır. Gerçeklik çelişki içerir ve gerçekliği açıklamak derdinde olan diyalektik yöntem de doğalında çelişki içerir. Ancak Orkunoğlu’nun sunumunda, doğal gerçeklik ile toplumsal gerçeklik ayrıldığından ve diyalektik sadece toplumsal gerçekliğe uygun görüldüğünden, doğal gerçekliğin yönteminden çelişkiyi ayıklamak gerekmiştir. Bu ayıklama işi de karşıtlık ile çelişki terimleri ile yapılmaya çalışılır.
Orkunoğlu’nun yazısında, doğal gerçekliğin içerdiği karşıtlıkta, karşıtların birliği gibi bir durum kaldırılmıştır. Karşıt görünen uçlar aynı anda birlikte olamazlar. Yani diyalektiğin ‘hem o, hem de o’ biçimi metafiziğin ‘ya o, ya da o’ biçimine dönüştürülmüştür. Bu dönüştürme ile pozitivist metafiziğin doğa bilimlerinde hep reddettiği diyalektiğin çelişkili birliği sorunu da çözülmüş olur. Artık diyalektik çelişki toplum bilimlerinin alanına hapsedilmiş olunur.
Böyle bir metafizik tutarlılık ilanı gerçekten doğa bilimleri için yeterli olur mu? Orkunoğlu’nun örnekleri olduğu yönündedir. Şöyle örneklendirir; insan ya yaşıyordur ya da ölüdür veya kadın ya hamiledir ya da hamile değildir. Bu önermelerde sağduyumuza yani metafiziğimize seslenen baştan çıkarıcı bir doğruluk daveti vardır. Sağduyumuz metafizik olsa da gerçeklik diyalektik olduğundan bir adım sonra çelişkinin duvarına çarparız. Bir hücreler bütünü olarak yaşama başlayan insanın daha yaşamının ortasına gelmeden neredeyse tüm hücreleri değişmiştir. Onunla yaşama başlayan hücreler ölmüş yenileri oluşmuş ve insanımız bu büyük değişimin ürünü olarak yaşamaya devam etmektedir. Hatta vücudunu oluşturan kimyasal elementler de topyekûn değişmiştir. Artık vücudunda doğumdan gelen tek bir molekül bulunmamaktadır. Canlılık ve ölüm atbaşı gitmektedir bu insanımızın yaşamında. Orkunoğlu’na karşısındaki insanın yaşayıp yaşamadığı sorusu sorulunca diyalektiğe ihtiyaç duymadan anlak düzeyinde bir cevap verebileceği açıktır. Ancak yaşamın ne olduğu sorusunu cevaplaması istenince diyalektik olmadan adım bile atamayacağı açıktır. Örnek olarak, Schrödinger’in Yaşam Nedir ve Zihin ve Madde yapıtlarında diyalektiğe duyduğu kaçınılmaz ihtiyacı verebiliriz. Soru ve cevap anlak düzeyinde olmayıp ussal olduğunda ve kavramlarınızdan zorunlu ve evrensel olmalarını beklediğinizde diyalektik ve diyalektik çelişki kaçınılmazdır.
Fizikçi için ışık hem dalgadır hem de parçacık. Bu bilgi eksikliğimizin yarattığı bir çelişki değildir. Gerçekliğin çelişik birliğidir. Evrendeki cisimler mekanik bir mutlaklık içinde, yörüngelerinde dönmemektedirler. Einstein’nın gösterdiği gibi uzay zaman eğrisinde hem çekim merkezine düşmekte hem de ondan uzaklaşmaktadırlar. Gerçek olanda içerilen çelişki için, tüm bilgimiz kadar örnek üretebiliriz.
Orkunoğlu’nun verdiği diğer bir örnek olan bir kadının hamile olması ya da olmaması da bu eksenin dışında değildir. Elbette yarım hamilelik olmaz diyebiliriz ama unutmayalım ki embriyonun ne zaman insan sayılacağı sorusu da pozitivist metafiziğin sonu gelmez tartışmasıdır. İki hücrenin birleştiği an mı, ilk kalp atımının olduğu an mı, beyin fonksiyonlarının ilk tespit edildiği an mı tartışıp dururlar. Bir embriyo ne zaman insandır? Hatta bir canlı ne zaman canlı olarak görülmelidir? Kompleks kimyasal moleküllerden oluşmuş bir yapı hangi kimyasal düzey sonrası artık canlı payesini kazanır? Hücre canlıdır ya çekirdeği olmayan hücreler ya virüsler ya kompleks protein molekülleri? Gerçekliğin peşinde olan ussal bir süreç için diyalektik kaçınılmazdır. Sebebi de gerçekliğin çelişik olmasıdır. Diyalektik bu gerçekliğe, çelişki içeren gerçekliğe ulaşma şansını verir. Ancak anlak düzeyinde bir düşünsel durumlar için böyle bir gereksinim hiç oluşmaz. Kadın hamile mi değil mi sorusunun anlak düzeyindeki cevabı ne kadının ve embriyonun yaşamsal varlığını ve gerçekliğini görmek ne de hamilelik için zorunlu ve evrensel bir ‘genele’ ulaşmak kaygısı taşımaktadır. Anlak düzeyinde, ampirik soyutlamalar ile oluşturulmuş bir nosyon olarak ‘kavram’ ile yetinilebilir. Bu şekilde birey, ömrünü geçirilebilir ancak gerçekliği bilemez. Anlak düzeyi demişken Orkunoğlu’nun yöntem olarak formel mantığı ele aldığı noktaya değinebiliriz.
Formel Mantığın Geçerliliği
Orkunoğlu’nu dediği gibi Hegel formel mantığı dışlamaz ama Hegel için formel mantık anlak düzeyinde bir bilinç için yeterlidir ancak. Kavramları sadece birer nosyon olarak gören anlak bilinci için sorunsuz iş görür formel mantık. Formel mantıkla bireysel hayatınızı sürdürebilirsiniz ancak gerçek bilgiyi ancak ussal bilinç ve diyalektikle edinirsiniz. Diyalektiğin girmediği ve formel mantığın işlediği en ufak bir yargımız yoktur.
Orkunoğlu bu noktada, şeyleri belirlemek, saptamak, onları birbirleriyle karşılaştırmak için formel mantık gerekli ve yeterlidir diyor. Bu konuda Hegel’in de aynı perspektifi paylaştığını söyleyip örnekler veriyor. Birisi şöyle: “Bu ağaç yeşildir”. Orkunoğlu bu yargının, formel mantık gerektiren ve diyalektiğe ihtiyaç duymayan bir ‘belirleme’, ‘saptama’ yargısı olduğunu söylüyor. Bu saptamasına Lenin’den küçük bir alıntı ile karşı çıkalım. Lenin Diyalektik Sorunu Üzerine adlı makalesinde şöyle söyler: “En basitinden, alışılmışından, en yığın halinde yaygınından, vs., herhangi bir önerme’den başlansın işe: ağacın yaprakları yeşildir, Jean bir insandır, Medor bir köpektir, vs. Diyalektik (Hegel’in dahice belirtmiş olduğu gibi) zaten daha burada vardır; tikel, genel’dir… Demek ki karşıtlar (tikel, genel’in karşıtıdır), özdeştirler: Ancak genel’e götüren bu bağ içinde varolmaktadır tikel. Genel de ancak tikel’in içinde, tikel dolayısıyla vardır. Her genel, bütün tikel nesneleri ancak yaklaşık olarak içinde barındırır. Her tikel, eksik olarak girer genelin içine, vs.”
Pozitivist metafizik düşünce için bu örnekteki en basit yargının çözümlemesi ile Lenin’in çözümlemesi arasında dağlar var. Pozitivist için bu yargı, bir şeyin, o şeylerin soyutlanması ile oluşturulmuş olan ‘soyut genel’ nosyonuna bağlanmasını ifade ediyor. Oysa Hegel, ussal yargılarda kavramın nesnesi ile örtüşmesi, birleşmesinin gerçekliği ifade ettiğini söyler. Yani ‘Medor’ şeyi, eşitliğin diğer yakasındaki ‘köpek’ kavramı ile özdeşse gerçeklikten bahsedebiliriz. Anlak düşüncesinin böyle bir kaygısı yoktur. O Medor şeyini soyut genel bir adla yani bir nosyonla birleştirmeyi ve bu sayede ifade edebilmeyi ummaktan öte bir beklenti içinde değildir. Anlak düşüncesi, köpek kavramının bu şekilde anlaşıldığında evrensel ve zorunlu bir kavram olmayacağını, dolayısı ile nesnesi ile özdeş görülemeyeceğini ve bu yüzden gerçekliği ifade edemeyeceğini sorgulamadan kabul eder. Anlak düşüncesi için Medor, insan aklının salt soyut geneli ile dışsal olarak bağlanmıştır bu yargıda ve başka en ufak bir ilişki tarif edilemez. Zaten ‘salt somut tikel’ ile ‘salt soyut tümel’ başka bir ilişkiye izin vermez.
Lenin ise bu en basit yargıda tüm diyalektik süreci görür ve bize tarif eder. Yargıda ussal olarak ne yaptığımızı bize söyler. Formel mantıkla ifade edilemeyecek bir eşitlik kurmaktayızdır. Eşitliğin bir yanında şey ya da nesnel olan dururken diğer yanında kavram durmaktadır. Anlak için bu, eşitliğin bir yanında maddi olanı diğer yanda ise bilinç içi bir soyutlamayı ifade ederken, Lenin bu iki yanın özdeş olduğundan bahseder. Yani Medor tüm nesnelliği yanında özneli ve soyutu içerirken karşısındaki köpek kavramı bilinç içi ve soyut bir düşünce olması yanında nesnel bir varoluş taşır. Medor ‘tikeli’, köpek ‘geneli’ ile özdeş olmakla, anlak için karşıt olan tikel ve genel bir bütünün çelişik varoluşu olur. Burada Lenin, karşıtların birliğinin bu düzlemde bile olmazsa olmaz olduğunu önümüze koyar. Medor’un ancak köpek kavramıyla görülebileceğini söylerken aynı zamanda köpek kavramının Medor’ların varlığında gerçeklik kazandığını anlarız Lenin’den. Yani günümüz pozitivist metafiziğinin bize öğrettiği gibi, Medor’lara bakıp bir soyutlama yapıp genel bir isim ya da nosyon olarak köpek kavramını yarattığımıza dair bilgimiz tam bir safsatadan ibarettir. Lenin’in bu tarifi, yazının başında değindiğimiz kategorilerin ve kavramların ‘bilinç biçimleri’ olarak tikel nesnelerle ilişkilerinde açıklık kazanır. Engels gibi Lenin de günümüzün metafizik pozitivizminin içinde olmamak konusunda hemfikirdirler. Lenin’in bu makalesindeki sözlerine örnek olarak evrim yasasından bahsettiğini de ekleyelim.
Son Olarak
Lenin kuramsal olarak Hegel’i anlamanın ve onu materyalist bir düzeltme ile okumanın, Marx’ın Kapitalini anlamak için şart olduğunu söylemektedir. Günümüzde ise böyle kuramsal çabalar anlamsız görülmektedir. Burjuvazinin bize sunduğu pozitivist zemin çok bilimsel bulunmakta ve sorgulanmadan bu düzlemden fikir üretilmektedir. Kuramsal derinliği artıran tartışmaları yürütmek önemlidir. Bu noktada kıymetli ve olumlu bir yardım İlyenkov’un yazdıklarından alınabilir. “İdealin Diyalektiği, Etkinlik ve Zihnin Kuruluşu” İlyenkov’un yakın zamanda Yordam Yayınlarından çıkan kitabıdır. İdealin nesnelliği sorunu üzerine yükselmiş bir düşünce tarihine sahip olduğumuzu düşünürsek, kitabın içeriğinin önemi daha iyi anlaşılabilir.
Herkes gibi Engels de eleştirilebilir ve bu eleştiriler sırf Engels’e yönelik oldukları için kınanamazlar. Ancak bu eleştirilerin Engels’in kuramsal düzleminden yapılması beklenir. Örneğin Kapital’de değer kavramının ‘somut’ ve ‘nesnel’ olduğundan veya paranın ‘ideal’ biçiminden söz edilir. Pozitivizmin metafiziğinde hiçbir kavram, aklın soyutlaması olmaktan kurtulamazken ve ideal kelimesi ancak ideal öğrenci gibi bir içerik dışında kullanılamazken bu zeminden Engels’e eleştiri yöneltmeye kalkışmak ancak onu anlamamanın ürünü olabilmektedir ne yazık ki.
sendika.org sitesinde 17 Eylül 2021 tarihinde yayınlanmıştır
Yorumlar kapatıldı.