İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Diyalektik Materyalizmi Savunmak-2

Yazımızı, 27 Eylül’de bu sitede yayınlanan Yener Orkunoğlu’nun Engels ve Felsefenin Küçümsenmesi adlı makalesi üzerine kaleme alıyoruz. İlk olarak daha önceki yazımızda kullandığımız ‘pozitivist metafizik’ kavramına kısa bir açıklama getireceğiz. Sonra Orkunoğlu’nun yazısında geniş yer tutan ‘özne nesne özdeşliği’ tartışmasını ele alacağız. Bu tartışmanın Orkunoğlu’nu neden materyalizm ile idealizmi sentezleme çabasına ittiğine değineceğiz. Yazının sonunda da materyalizmin bir savunusunu verip, doğadaki diyalektik ile düşüncedeki diyalektiğin ilişkisine dair birkaç söz söylemeye çalışacağız. Önceki yazımızı okumamış okurları düşünerek, geçmiş yazıya referans vermek yerine, bu yazıda gereken yerlerde bazı sözleri ve örnekleri tekrarlamaktan kaçınmayacağız.

Pozitivizmin Metafiziği

Pozitivizm ile metafiziğin birliği çelişkili gibi gelse de, aslında bu yöntem, hepimizin okullarda aldığı eğitimin zeminini oluşturur. Dolayısı ile çok yaygın bir yöntem olarak birçok okuru da kapsayacaktır. Orkunoğlu’nun yazısında değindiği gibi “pozitivizm, olguların ve deneyin ötesine geçen her düşünceyi, metafizik olarak algıladığı için, genelde her türlü metafiziğe ve felsefeye karşıdır”. Pozitivizm için, olguların tam bir nesnellik ile algılanması ve ilişkili olgular olarak deneyin tam bir nesnellik ile yapılması bilincimizin içeriğini oluşturmalıdır. Bu sürecin dışında bilincimize gelebilecek her tür düşünsel bileşen, bilim dışı, metafizik bir düşüncedir. Bize öğretilen bilimsel düşünce de mealen şöyledir: bakın, algılayın, gözleyin, deneyin ve bunlar dışında hiçbir bilgi kaynağı tanımayın. Çünkü bunların dışındaki bilgi kaynağı metafizik bir kaynaktır ve bilimsel değildir. Bu düstur ile hareket eden pozitivist bir akıl bilimsel olduğunu ve elbette kendini metafizikten koruduğunu düşünecektir.

Hemen söyleyelim, pozitivizmi eleştirirken, metafizik bilgi kaynakları da olduğundan ve bunları bu yöntem ile ıskaladığımızdan falan bahsetmeyeceğiz. Materyalizmde de edinmemiz geren metafizik bir bilgi yoktur ve gene materyalizm için de algımız ve deneyimimiz dışında bir bilgi kaynağımız bulunmaz. Materyalizmin pozitivizme yönelttiği eleştiri daha derindir. Bu eleştiri şu çerçevede özetlenebilir: Pozitivizm, bilincin dışındaki gerçek dünyanın olgularının, fenomenlerinin bilinçli algıya dönüşmesinin ve bu bilinçli algıların, ilişkili algılar olarak deneyim haline gelmesinin yöntemini açıklamaz. Pozitivizm için algılar dolayımsız olarak dış dünyadan doğrudan bilince yansır ve bu yansımalar bilinçte tam bir nesnellik ile ilişkilendirilir. Dolayısıyla pozitivizmin algılarımıza ve bilincimizin işleyiş şemalarına yönelik olarak inceleyebileceği yegâne şey, algı ve bilinç organlarımızın fizyolojik tahlilidir. Pozitivizm için, gözün foto reseptörlerinde görmeyi bulmak mümkündür. Aynı şekilde, sinir hücrelerinde ve bu hücrelerin kimyasal işleyişlerinde bilincin peşine düşmek tam olarak bilim yapmak ve daha önceki tüm cahil düşünürleri aşmak anlamına gelecektir.

Materyalizm, kendi bilimselliğine inançla bağlı pozitivizme, algının ve ardışık algı olarak deneyimlerin oluşum yöntemini sorar. Bu soru materyalizm için olduğu kadar düşünce tarihi içindeki tüm aktörler için meşru bir sorudur. Bilinçli algının kategorileri üzerine yürütülen bir tartışmadır bu. Materyalist ve nesnel idealist düşünürler algılarımızın kategorilerini ve kavramlarını bireysel bilincin dışında, nesnel kaynaklarda, diyalektik yöntemle açıklamaya çalışırken, metafizikçiler için bu kaynaklar tartışma konusu bile olmaz. Metafizikçi için algının ve bilincin kategorileri, söz konusu bilincin konusu olmadan varolmaktadır. Tıpkı günümüz pozitivizminin “çok bilimsel” yönteminde olduğu gibi. Günümüz pozitivizmi, algının ve bilincin kategorilerini metafizikten devralır ya da bu kategorileri metafizik gibi, bilincin konusu olarak düşünmez. Bu nedenle örneğin İlyenkov gibi birçok materyalist kuramcı, ‘pozitivizmin metafiziğinden’ bahseder. Algılarımızın ve bilincimizin kavram ve kategorileri, bize öğretilen çok bilimsel pozitivizmde tartışılmadan, metafizik alandan olduğu gibi alınarak kullanılan şeyler oldukları için.

Pozitivist bilimin kendince pek bilimsel olmasına rağmen, kullandığı kategorileri ve onların kaynaklarını sorgulamamasını Engels, Doğanın Diyalektiği kitabında şöyle eleştirir: “doğa bilginleri, felsefeyi ihmal ederek ya da kötüleyerek ondan kurtulacaklarına inanıyorlar. Ama düşünce olmaksızın ilerleyemezler ve düşünce için de düşünce belirlenimlerine gereksinmeleri vardır. Ama bu kategorileri, onlar … çoktan geçip gitmiş felsefelerin, kalıntıların egemenliğinde olan sıradan bilincinden … düşünmeyerek alırlar. Böylece felsefenin daha az tutsağı değildirler, ne yazık ki genellikle bu tutsaklık en kötü felsefeyedir. Felsefeye en çok sövenler, en kötü felsefenin en kötü vulgarize edilmiş kalıntılarının tutsaklarıdır” (vurgular bizim). Pozitivizm, okullarda bize en köhnemiş metafizik düşünce belirlenimlerini ya da kategorileri, metafizikten devralarak öğretir ve kendisi de bu noktayı burjuva çürümüş aklı içinde en bilimsel durum olarak değerlendirir. 

Okuyucu için de zorluk burada başlar. Pozitivizmin doğrudan algısını öğrenmiş bir okuyucu için pozitivizmin tarifleri açık görülürken, ‘algının kategorileri’ gibi bir tarif çok uzak bir kavramlaştırmadır. Örnek olarak, Hegel, kategorileri, ‘bilincin biçimleri’ olarak tartışırken, Kant kategorileri deneyim öncesi bilinçte bulunan (a priori) yapılar olarak tartışır. Marx, Ricardo’nun, Hegel’in kategorileri ‘bilincin biçimleri’ olarak açıklayan tartışmasını göremediği, biçim tartışmasına giremediği için çözümsüz kaldığını söyler. Düşünce tarihi, kavramların ve ideanın ‘nesnelliği’ tartışmasını yürütürken, pozitivizm için bu soru bile olmaz. Pozitivizm için, dış dünyanın doğrudan yansımasının soyut imgeleridir kavramlar. Bu, pozitivizmin tedrisatından geçmiş bizlere öyle tanıdık ve sağduyuya uygun gelir ki, tüm düşün tarihini, Platon’dan Kant’a, ondan Hegel’e kadar, bilgi eksikliği nedeni ile tanrı tartışmalarının içine yuvarlanmış olarak görmeye başlarız. Bizi bu duruma hapseden pozitivist metafiziktir. Bu hapisten kurtulmak, pozitivizmin yapmadığı, hatta böyle bir soru bile üretmediği tartışmaya; algının ve bilincin kategorileri, kavramların ve ideanın nesnelliği tartışmasına katılmak ile mümkündür. Okurun önüne çıkacak zorluk bununla da bitmez. Bu tartışmayı örneğin Hegel’de takip ederken, Marksist bir diyalektik düzeltmeyi de bu okuma esnasında hep akılda tutmakta gerekecektir. Çünkü nasıl Marksizmi pozitivist bir metafizik ile okumak yanlışsa Hegel’i de pozitivist metafizik ile okumak yanlıştır. Orkunoğlu da yazılarında Hegel mantığının önemine çokça yer veriyor. Ancak onu okuma ve anlama şeklinde tartışılacak çok nokta bulunuyor. Yazısındaki özne-nesne özdeşliği açıklamalarını bu eksende inceleyebiliriz.

Özne-Nesne Özdeşliği                 

Orkunoğlu, basit gibi görünen ancak çok karmaşık olan özne-nesne ilişkisinin anlaşılmasının öneminden bahseder. Devamında bir alıntı ile açar (Pinkard, Hegel, s.336) “… bu özdeşlik, doğru bir şekilde özne-nesne olarak belirlenir, çünkü kendisi hem biçimsel ya da öznel kavramdır, hem de bizzat nesnedir”. Karşı karşıya olduğumuz kuramsal durum şöyle oluşmaktadır: Özne ile nesnenin özdeş olduklarını söylüyoruz ve hemen sonra bu özdeşliğin özne ve nesnenin farklılığını da ifade ettiğini söylüyoruz. Alıntıdaki doğru perspektifi tekrar edersek, gerçeklik önümüzde hem bir öznel kavram hem de somut bir nesne olarak durmaktadır. Bu saptama her ne kadar sağduyumuza yanlış gibi gözükse de gerçeklik karşısındaki durumumuzu ifade eden çok doğru bir belirlemedir. Farklılığı içeren özdeşlik çok kolay söylenen bir doğru olması yanında o denli kolay açıklanamamaktadır. Kendinden önceki düşünürlerin en üst noktası olarak Hegel’in mirası üzerinden Marx ve onun diyalektik tarihsel materyalizmi doğru açıklamayı bize sunmuştur.

Terminolojiye uzak olabilecek okurlar için biraz somutlaştırmaya çalışalım. Tartışma en geniş düzleminde madde-bilinç ilişkisi olarak da okunabilir. Marx’ın Kutsal Aile kitabında Hegel sonrası Hegelciler ile yaptığı polemikte kullandığı örneği kullanalım. ‘Elma bir meyvedir’ yargısını örnek alalım. Karşımızda duran gerçeklik ‘elma’ (tikel) ve ‘meyve’nin (tümel) özdeşliği olarak var olduğu gibi, ‘elma’ nesnesi ile ‘meyve’ kavramının bir ayrılığı olarak da mevcuttur. İlk bakışta ‘elma’ gibi bir nesnel varlık karşısında ‘meyve’ kavramı, bir öznel soyutlama gibi ayrılıkları içinde görülmektedir. Ancak aynı şekilde, ‘meyve’ kavramı olmadan anlaşılamayacak, algılanamayacak bir ‘elma’ ile ‘elma’ olmadan tahayyül edilemeyecek, bir boşluk olarak kalacak ‘meyve’ kavramı tam bir özdeşlik içindedirler de. Yani karşımızda duran gerçeklik olarak ‘elma meyvesi’, “doğru bir şekilde özne-nesne olarak belirlenir, çünkü kendisi hem biçimsel ya da öznel kavramdır, hem de bizzat nesnedir”. (Terim karışıklığını bir miktar önlemek için elma-meyve örneği kullanıldı. Örneği, karşımızda duran kırmızı, yuvarlak, yenebilen nesne-elma kavramı olarak da düşünebilirsiniz.) ‘İşte hendek, işte deve’ denecek durum budur. Hendeği ancak diyalektik ile geçebiliriz. Bu hendeği metafiziğin çelişkiyi yok eden bakışı ile aşmaya çalışmak, çözümü ya nesnede ya da öznede tanımlamaya çalışacağı için deveyi hendeğe gömecektir.

Düşünce tarihi için bu sorunu bu denli açıklanamaz kılan neden, başladıkları nokta olmuştur. Hegel’e kadar tüm düşünürler, edindiği bilinç ile nesnel dünyaya bakan özne üzerinden hareket etmiştir. Yani bir şekilde oluşmuş olan bilinçli canlıyı, kendisi dışındaki nesnel dünyayı anlaması temelinde incelemeye başlamışlardır. Okuru çok yaygın olan bu düşünceden bir an olsun sıyrılmaya çalışması için çaba harcamaya davet edelim ve şu çok meşhur onbirinci tezi bu perspektif ile okumasını önerelim: “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir”. Filozoflar, bilince sahip bir öznenin, kendi dışındaki dünyaya bakıp onu kavramlaştırması yani yorumlaması üzerinden hareket etmişlerdir. Oysa canlı, dünyayı değiştirince bilinçli canlı olarak önümüze çıkar. Bilinç bu değiştirme ediminin bir öncülü değil bileşenidir.

Bilinçli bir canlı olarak dünya karşısında duran ve onun nesnelliklerini anlayan, yorumlayan bir bakış için özne-nesne sorunun çözümü yoktur. Oysa dünyayı doğal kodları dışında değiştirmeye, toplumsal varoluşunu bu şekilde dünyayı değiştirerek üretmeye başlayan bir canlıdan başlayarak bakarsanız yukarıdaki sorun çözülmeye başlar. Çünkü artık bilinç ile nesneler karşısında durmaktan kurtuluruz. Bilinç, bu maddi dünyayı değiştirmemizin bir ürünü olarak, nesnesi ile birlikte karşımıza dikilmektedir artık. Kabaca söylersek, Hegel’in ‘algımızın konusu olan nesneler bizim değişimimizden geçmiş nesnelerdir’ yaklaşımı ve Vico’nun, ‘ancak etkinliğimizin sonuçlarını bilebiliriz’ tarzı yaklaşımı, tüm eksiklerine ve savruluşlarına rağmen, bu nedenle Marx’dan hakettikleri övgüyü alırlar.

Hegel son kertede kendini tepetaklak edene kadar, bu süreci en iyi açıklayan düşünür olmuştur. Hegel’in hem Marx’tan ve Engels’ten hem de Lenin’den gördüğü övgünün altında bu yatar. Hegel için dışımızdaki dünya, bilinçli canlı tarafından değiştirilmiş bir dünyadır. Bu değiştirme kabaca biçimini değiştirmekle sınırlı bir şekilde anlaşılmamalıdır. Marx’ın, yıldızları yön bulmanın unsuru haline getiren insanın, onları değiştirdiğini söylediği perspektifte düşünmek gerekir. Hegel’in bilinçli canlısı, karşısında, kendisi tarafından değiştirilmiş bir nesnel dünya bulmuştur. Gördüğü nesnel dünya, bu değişimin izlerini de taşımaktadır. İşte bu noktada Hegel, algılarımızın ve bilincin işlemesinin şemaları olan kategorilerin, aslında bu değişimden kalan izler olarak ‘bilincin biçimleri’ olduklarını söyler. Yazının başında bahsetmiştik, bilincin biçimleri kavramsallaştırması da, hem pozitivizme hem de onun tedrisatından geçen büyük kitleye çok yabancıdır. Bu yabancılığı önemsemeyen ve tartışmayı bu noktada fazla ‘felsefi’ bulan okuyucu için hatırlatmak isteriz, aynı yabancılık Marx’ın ‘değer biçimi’, ‘para biçimi’, ‘paranın ideal biçimi’ gibi kuramsal sunumları için de geçerlidir.

Hegel, bilincin konusu olan dış nesnelerde, ‘bilincin biçimlerini’ gösterdikten sonra, yani diyalektik bir sunum yaptıktan sonra, kendi idealist dünyası içine savrulur. Bilinçli canlının dışında yarattığı değişimin sebebini, dış bir mutlak bilincin canlıda yabancılaşmış şeklinin sonucu olarak görür. Yani Feuerbach’ın çok veciz bir şekilde söylediği gibi, madde-bilinç ilişkisinin çözümünü, bilincin içine ama bu sefer mutlak bilincin içine taşıyarak çözmeye çalışır. Hegel okumalarının düzeltilerek yapılması gereği bu yüzden doğar.

Marx, toplumsal olarak var olan insanın, varoluşunu, doğal, genetik, dolayımsız kodlar ile üretmeyi aştığı ve bu kodların dışında toplumsal varlığını ürettiği ve yeniden ürettiği yerde bilinci görür. Bilinç, edinilmesi ile hayatın üretimini adım adım değiştiren önsel bir unsur olarak değil, varoluşunu üreten insan etkinliğinin, bilinç bileşeni olarak ve varoluş etkinliğinin, üretim şekli adım adım değiştikçe değişen bileşeni olarak var olur. Toplumsal insanın varoluş etkinliği, bu etkinlikteki toplumsal insan için, nesne ve bilinç ayrımı olarak gözüken özdeşliktir. Bu nedenle, algının ve bilincin kategori ve kavramları, salt bilince ait soyut belirlenimler ya da salt nesnelere ait dolaysız yansımalar değildir. Oysa pozitivizm için bu kavram ve kategoriler, salt nesnel olgu ve fenomenlerin, doğrudan yansıyan imgelerinin soyutlaması ile bilinç içinde oluşturulmuş salt soyut nosyonlardır. Benzer olarak kaba materyalizm için, dış dünya, bilen insanın bakışları altında doğrudan bir yansısını bilinçte oluşturmakta ve bu sayede salt nesnel dış dünyanın salt öznel soyut bir kavramsal resmi bilincimizde yansımaktadır. İki noktayı not düşelim, birincisi biraz önce eleştirdiğimiz kaba materyalist yansıma teorisidir. Bilincimizin gerçek dünyanın gerçek bir yansıması olmadığını söylemiyoruz, yansıma teorisinin kaba materyalist yani yanlış aktarımını eleştiriyoruz. İkincisi, sürekli salt dememiz zorunluluktan kaynaklanıyor. Örneğin pozitivizmin salt soyut gördüğü kavram, materyalizm için hem soyut hem de somuttur. Salt demediğimiz her yerde, kavramın hiç bir soyutluk içermediğini ifade etme yanlışına düşmememiz için bu tekrarlar zorunlu olmaktadır. Özne-nesne özdeşliği ve farkı tartışmasını bir makale çerçevesinde ancak bu kadar açabiliriz. Bu çok önemli konuyu derinleştirmek okurun sorumluluğuna düşmektedir.

Özne-Nesne Özdeşliğinde Orkunoğlu’nun Duruşu

Öncelikle Engels’in, Ludwing Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı kitabından bir alıntı ile durumu berraklaştıralım; “Her felsefenin ve özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu, düşüncenin varlık ile ilişkisi sorunudur.”  Engels bunu söyledikten sonra, sorunun iki yönü olduğundan bahseder. Birinci yönü “… tinin mi yoksa doğanın mı, hangisinin esas öğe olduğu sorunu” olarak önümüze gelir. Bu, sorunun materyalistler için kolay kısmıdır. Materyalistler doğanın önceliğini savunarak materyalist tarafı oluştururken tinin, bilincin önceliğini savunanlar idealist kampı oluştururlar. Kaba materyalistler ve pozitivistler için soru burada bitmiştir. Ancak esas tartışma henüz açılmamıştır bile. 

Sorunun ikinci ve önemli kısmı ile devam eder Engels; “Ama düşüncenin varlıkla ilişkisi sorununun bir başka yönü daha vardır: bizim çevremizdeki dünya hakkındaki düşüncelerimiz ile bizzat dünya arasında nasıl bir bağıntı vardır? Bizim düşüncelerimiz gerçek dünyayı bilebilecek durumda mıdır? Gerçek dünyaya değgin tasarımlarımızda ve kavramlarımızda gerçekliğin doğru bir yansısını verebilir miyiz? Bu soru, felsefe dilinde düşünce ile varlığın özdeşliği sorunu diye adlandırılır.”  Engels’in bu sorulara cevabı bir Marksist olarak olumludur. Engels, Hegel’in, bir idealist olarak, sorunun ilk bölümünde ‘tinin’ önceliğini savunurken, sorunun ikinci bölümüne cevabının olumlu olduğunu, bazı modern filozofların ise, örneğin Kant ve Hume’un, sorunun ikinci bölümü için cevaplarının “dünyayı bilmenin, ya da en azından dünyanın tüketici bilgisinin olanaklı olup olmadığını sorgulamak” şeklinde olduğunu söyler.

Lenin, Ampiryokritisizm kitabında, Engels’in yukarıda alıntıladığımız bölümüne değinir. Lenin düşünce ile varlığın ilişkisinin birinci yönüne dair “Materyalizm doğayı birinci etken, ruhu ikinci etken sayar; varlığı birinci plana, düşünceyi ikinci plana koyar. İdealizm bunun tam tersini yapar.”  der. İkinci yönü için de şöyle söyler: “Bütün bilgiler deneyden, duyumlardan, algılardan gelir. Doğru. Ama, acaba nesnel gerçek ‘algı alanından mıdır’, yani algının kaynağı mıdır, sorusu karşımıza çıkmaktadır. Eğer bu soruyu olumlu bir şekilde yanıtlıyorsanız materyalistsiniz. Yok bu soruyu olumsuz yanıtlarsanız tutarlı değilsiniz, …”. Lenin de tıpkı Engels gibi bu zeminin ne denli belirleyici olduğunu saptar.

Orkunoğlu yazısında şöyle özetler: “… doğadaki hareket ve nesneler, insan bilincini şart koşmazlar; insan bilinci olmadan varlıklarını sürdürürler. İnsan bilinci, doğadaki gelişmeleri yansıtır sadece. Oysa toplumsal yaşam ve tarih, insanın etkinliği tarafından yaratılır”. Bu noktada Orkunoğlu’nun sorunun ilk kısmı olan, düşüncenin değil maddenin önceliği konusunda bir materyalist olarak net olduğunu görürüz. Ancak sonrasında, düşüncenin madde ile ilişkisi noktasında insan bilincinin doğadaki gelişmeleri yansıttığını öğreniriz, ancak toplumsal gelişmeler yansıtılmaz, yaratılır. Daha en başında doğanın karşısında duran bir bilinç zemininde, doğanın nesnelliği ile toplumun öznelliği ayrımı keskince ve sanki apaçık bir doğruymuş gibi konur. Açmak için örneğimizi hatırlatalım, Orkunoğlu için, nesnel bir varlık olarak ‘elma’ tikeli bizim dışımızda, bizden bağımsız olarak var oluşu ile bilincimize yansırken, toplumsal bir kavramsallaştırma sürecinin sonucu olarak görülebilen ‘meyve’ tümeli, ayrı olarak insan etkinliği tarafından yaratılır. Bu tahlilin yarattığı nesnesi ile kavramı arasında doğan kopukluğu Orkunoğlu şu şekilde gidermeye çalışır: “Nasıl ki madde olmadan bilinç olmazsa, bilinç olmadan da nesnel dünya kavramlaştırılamaz. Demek ki, kavramlar hem nesnel hem de özneldirler. Bir örnek vermek gerekirse ‘orman’ kavramı hem nesnel hem de özneldir. Nesneldir çünkü reel bir şeyi ifade etmektedir. Özneldir çünkü elle tutulamayan gözle görülemeyen ideal bir şeydir. Oysa toplum insan tarafından yaratılan ve kavramlaştırılan bir gerçekliktir”. Orkunoğlu’dan maddenin önceliğini teyit ediyoruz ancak hemen peşinden kavramlar için bilincin gerekli olduğunu da öğreniyoruz. Gereksindiğimiz bilince sahip olduğumuzda da, nesnel dünyayı kavramlaştırabileceğimiz sonucuna varıyoruz. Bilincin oluşturduğu kavramların öznel yönü açıktır; sorun, bu öznel kavramların aynı zamanda nasıl nesnel de olabildiklerini açıklamaktır. Orkunoğlu bunu, nesneleri kavramlaştırabilmek için gereksindiğimiz bilinç ile nesneleri kavramsallaştırdığımız zaman, ulaştığımız kavram nesnel olur diyerek çözer. Orkunoğlu aslında, Engels ve Lenin’in sorusunun ikinci kısmını bu şekilde pas geçer.

Orkunoğlu, pozitivist bir çözümleme ile, dışımdaki nesnel gerçekliği bilincim yansıtır ve ‘reel’in bu yansısının kavramsal soyutlamasını yaptığımda da öznele ulaşırım demektedir. Önümde gördüğüm, belli bir alana yayılmış ağaç çokluğu ‘reel’i ile karşılaştığımda, bilincimin oluşturduğu elle tutulamaz, gözle görülemez ideal bir şey olarak yani bir soyutlama olarak kavrama ulaşırım saptaması yapıyor. Tüm düşünce tarihi boyunca yapılan, ‘kavramın’ ya da ‘idealin nesnelliği’ tartışması için Orkunoğlu’nun önerdiği çözümü tekrarlayalım: Orkunoğlu’nun kavramı hem öznel hem nesneldir. Özneldir çünkü elle tutulmaz gözle görülmez bir şey olarak, aklın oluşturduğu bir soyutlamadır. Nesneldir çünkü dışında duran ‘reel’ bir şeyi ifade etmektedir. Orkunoğlu açıklama yerine kestirme bir yol önermekte ve kavramların nesnel olduklarını ilan ederek sorunu çözmektedir.

Bu muhteşem pratik pozitivist çözüm, yukarıda Engels ve Lenin’den alıntıladığımız sorunların hiç birini barındırmaz, hatta bu sorunların farkında bile değildir. Orkunoğlu’nun bu kestirme ilanında, algı ile algının nesnesinin ilişkisine dair tek bir soruyu ve dolayısıyla açıklamayı bulamayız. Örneğin, bu şekilde tarif edilen bir algının bireysel olması gerçeğine rağmen, nasıl olup da tüm toplumun bireylerinde ortak olabileceğini açıklayamaz. Her bireyin reele yönelik öznel algısı nasıl herkeste aynı sonucu vermektedir ya da aynı sonucu verir mi? Verirse bu nasıl mümkün olabilmektedir?  Bu reel nesne bilince hangi kategoriler ile nasıl taşınmıştır, bu kategoriler nereden edinilmiştir, taşıma aslına uygun mudur yoksa bilincin ya da algılarımızın kırılımına uğradığı için aslını ifade etmiyor olabilir mi, yani bilgimizin reel ile uyumunu nasıl sınayabiliriz, öznel bir soyutlama olarak kurulan kavram olmadan reel gerçekliği görüp algılayabilir miyim, algılayamaz isem ilk adım olarak reel gerçeği nasıl gördüm vb…? Pozitivist bir anlayış için bu sorular görünmezdir ya da dolayımsız bir yansıma süreci olarak bilmenin konusu dahi yapılmadan kabul edilirler.  

Okuyucu için baştaki örneğimiz üzerinden tekrar edelim. Elma tikeli ile meyve tümelinin özdeşliği içinde ayrılığı sorunu ile yüzleşiyoruz. Ancak şu anda Orkunoğlu bize, elma tikelinin reel bir nesnellik olarak karşımızda durduğu ve meyve tümelinin ise öznel soyut bir kavram olarak bilincimizde oluştuğu pozitivist ayrımını yapıyor. Bu ayrımı da elbette özdeşliklerini ilan ettikten sonra yapıyor. Yazısında ontolojinin yani maddeye ait bilgimizin ve epistemolojinin yani bilmeye ait bilgimizin ilişkili bir bütün oluşturduğunu söyleyince ve üstelik çok sık öznel-nesnel özdeşliğini ilan edince, okuyucuda, böyle bir ayrımın yapıldığını söylemekle haksızlık yaptığımız duygusu oluşabilir. Ama özdeşlik ilanı kafanızı karıştırmasın, Orkunoğlu bu ayrımı her şekilde önümüze getirerek tüm şüpheleri siler. Örneğin; “Doğa bilimleri, tikeli ele alırlar ve deneye dayanırlar. Felsefe tümelden hareket eder; deneyin sınırlarının ötesine geçer”. En bilindik pozitivist bilim-felsefe ayrımını onaylayarak önümüze getirir. Pozitivist bakışın önerdiği, elmalara dalmış ve meyveyi bilmeyen biliminsanı ile meyvelerle uğraşıp elmayı görmeyen felsefeci klişesi doğru değildir. Hegel’den, gerçeğin, kavramın nesnesi ile uyumu olduğunu öğrendiğimizden, gerçeği konu edinmiş biliminsanı ve felsefecinin ‘elma meyvesi’ bütünlüğüne bakmak zorunda olduğunu epeydir biliyoruz. Zaten aksi de mümkün değildir. Diğer bir örnek; “Ne yazık ki, doğa bilimleri, soyut kavramlar ortaya atan ve genel olarak tekil olmadan var olan bir tümelleri ileri süren felsefeye karşı olumsuz yaklaştılar”.  Orkunoğlu, felsefeyi,tikellerin olmadığı bir kavramlar, tümeller dünyası olarak aktarıyor. Bu tarife bakarak, Platon’nun, tikellerin özünü, manasını ifade eden tümellerin kaynağını aramadığını, tikelleri görmeyen bir noktadan, tümel fetvalar verdiğini sanmanız işten bile değil. Ya da diğer bir örnek; “Doğa bilimleri, esas olarak verili durumu açıklamaya çalışır. Tikeli konu edindiklerinden, bütünlüğü açıklamayı dert edinmezler. Bütünsel bilginin imkânsız olduğu varsayımından hareket eden doğa bilimleri, belirli bir ideaya sahip değildirler”. Orkunoğlu burada da, tek başına tikeller ile çalışabilen ve tümellere ihtiyaç duymayan, tümeller olmadan tikellerle bilim yapabilen bilim alanlarından bahseder. Oysa tümeller, tikelin özünü, onun hareketini, bu hareketin kaynağını ve yönünü ifade eden, tikelden ayrılamaz belirlenimlerdir. Dünyada hiçbir biliminsanı, meyve olmayan, meyveliği ayrımsanmış bir elma üzerinde, onun meyveliğini dert etmeden bilimsel çalışma yapmayı başaramamıştır.

En sonunda bu ayrımdan bir tanım çıkarır Orkunoğlu: “Materyalizm yalnızca tekili, idealizm ise yalnızca tümeli önemser… materyalizm, bireyi tümelin tiranlığına karşı korur. Bütünlüğe ve tümele önem veren idealizm ise… tek başına ne materyalizm ne de tek başına idealizm dünyayı anlayıp kavrayabilir… ne yalnızca madde ne de sadece bilinç, dünyayı açıklayıp kavramaya yetebilir”. Özne ile nesnenin, tikel ile tümelin özdeşliği tartışmasının geldiği nokta, bırakın özdeşliği tam bir ayrılık olmuştur. Üstelik bu iki ayrı alanın iki ayrı yöntemi vardır. Tikelliklerin krallığının yöntemini materyalizm, tümellikler alanının yöntemini de idealizm olarak sunar Orkunoğlu. Bu ayrılık tanımından bir de misyon çıkarır kendisine: tikelle tümeli birleştirmek, sentezlemek için, materyalizm ile idealizmi birleştirmek. Tikel ile tümelin farklılıkları içinde özdeşliğinden başladığımızı hatırlarsak, geldiğimiz bu noktanın özdeşlikle ilişkisinin kalmadığını ve farklılıkların mutlaklaştırıldığını okuyucu elbette fark edecektir. Yaratılan bu farklılıklar öylesine bir kopuşu tarif eder ki, artık ‘gerçeklik’, oluşabilmek için, Orkunoğlu’nun onları sentezlemesine ihtiyaç duymaktadır.

Yazının başında, öznel ile nesnelin farklılıkları yanında özdeşliklerinden bahsetmenin zorunluluğu ile yüzleştiğimizden bahsetmiştik. Bu bizim bir tercihimizin sonucu oluşmaz. Gerçeklik karşımızda; öznel ile nesnelin, yani tikel ile tümelin, yani somut ile soyutun bir özdeşliği olarak durur. Tüm düşünce tarihi bu özdeşliğin nasıl açıklanabileceği, yani madde ile bilincin ilişkisinin nasıl kurulabileceği üstüne döner. Tikel ile tümelin özdeşliğini yani gerçekliğin temelini, materyalist yöntemlerle açıklayanlar kadar, idealist yöntemlerle açıklamaya çalışanlar da olmuştur. Tikeli görmesinin yanında tümeli görmeyen bir materyalist olamaz. Çünkü böyle bir körlük yaratılabilirse zaten çözülmesi geren çelişki kalmaz. Tümel ekseninden bakan bir idealist için tikelin yokluğundan ya da ayrılığından değil, tümel ile tikelin birliğinin açıklanmasının çıkmazından bahsedilebilir ancak.   Materyali ile idealizmi ayrıştıran şey, tikel ile tümelin çelişkili birliğini açıklama biçimleridir, birinin tikele öbürünün tümele gömülmesi değildir.

Doğada Diyalektik – Toplumda Diyalektik

Orkunoğlu için, önceki bölümde değindiğimiz özne-nesne ayrımının bir sonucu olarak doğa ile toplum diyalektiğinin ayrımı kaçınılmazdır. Nesnelerin (doğanın) hareket yasaları ile bilincin (toplumun) hareket yasaları arasında belirgin bir ayrım koymasının nedeni, daha önce de değindiğimiz örneğindeki, belli bir ağaç kitlesi reeline bakıp ‘orman’ kavramını üreten bilinç anlamlandırmasında görülür. Doğaya (nesneye) bakan ve anlamlandıran bir özneden (bilinçten) bahsettiğiniz zaman, doğayı anlayan özne bakışına sahip olduğunuz zaman, öznenin yani bilinçli maddenin olmadığı hiçbir yerde doğal olarak diyalektiği göremezsiniz. Bu bakış için diyalektik, sadece, bilincin kullandığı bir araç haline gelmiştir. Bu yüzden Orkunoğlu “doğa ve toplumdaki hareket arasında, dolayısı ile doğa bilimleri ve onun yöntemi ile toplum bilimleri ve onun yönteminin ayrı olduklarına itiraz …” ederseniz “… ya doğadaki nesnelerin bilinci olduğunu ya da toplumsal alanda bilinç olmadığını…” göstermeniz gerektiğini öne sürer.

Gerçi Orkunoğlu doğada da diyalektik olduğunu söyler ama bu diyalektik, determinist bir diyalektiktir. Orkunoğlu, burjuvazinin determinist doğa tarifini kabul eder ve doğa ve toplum diyalektiklerini aynı görmenin “doğadaki determinizmi bire-bir topluma aktarmak, kaderci bir bekleyişe zemin hazırla(mak) …” olacağı konusunda uyarır. Orkunoğlu bilinci, oluştuktan sonra doğayı değiştiren bir olgu olarak görür. Dolayısı ile Orkunoğlu için, diyalektik, bilincin kullandığı bir araç olurken, doğa, determinizme ve zorunluluklara (kısmen de tesadüflere) yaslanan işleyişi içinde diyalektiği içermez ya da Orkunoğlu’nun ifadesi ile determinist bir diyalektikle var olur.

Materyalizm ise bilinci, varlığını üretmek için doğayı dönüştüren toplumsal insanın etkinliğinin bir bileşeni olarak görür. Mateyalizm için, varoluşu üretme etkinliği içinde bulunduğumuz doğayı ve onun yasalarını içeren bir etkinliğin bileşeni olarak bilinç, doğal olarak etkinliğin içinde oluştuğu doğanın işleyiş şema ve yasalarıyla tam bir uyum sergilemek zorundadır. Ürünü olduğu ve içinde kendini ürettiği doğanın işleyiş şema ve süreçleri ile örtüşmeyen bir varlık olarak bilinçli canlı olamaz. Bilinç, oluşumunu içinde bulunduğu doğanın değiştirilme etkinliğinin bir bileşeni olarak kazanmıştır. Dolayısıyla bu mekanik bir uyum da değildir. Bu noktada korkmaya gerek yoktur çünkü doğanın işleyiş yasaları determinist değildir, bu burjuvazinin dar ufkunun tarifidir. Bilinçli canlının olmadığı zamanları da içeren Darwin’in evrim teorisinin, Marx tarafından, kendi sunduğu yöntemin tam bir ispatı olarak coşkuyla karşılanmasının sebebi budur. Elbette burada burjuvazinin ‘rastlansal mutasyonların doğal seleksiyonu’ olarak gördüğü evrim karikatüründen bahsetmiyoruz.

İlyenkov’un Diyalektik Mantık kitabından yapacağımız uzun olmakla birlikte açıklayıcı bir alıntı, okuyucuya tüm tartışma düzlemi için derli toplu bir zemin sunacaktır: “düşünceyi (düşünmeyi), emeğiyle hem dış doğayı, hem de kendisini dönüştüren toplumsal insanın gerçek etkinliğinin düşünsel bileşeni olarak alıyoruz.” Bilinci veya özneyi öncel olarak doğanın karşısına koymayıp, toplumsal insanın üretme etkinliğinin öncülü olamayacak bir bileşen olarak gördükten sonra, bu zemin üzerine devam eder İlyenkov: “Öyleyse diyalektik Mantık, sadece yaratıcı biçimde doğayı dönüştüren öznel etkinliğin evrensel bir şeması değil, aynı zamanda bu etkinliğin içerisinde gerçekleştirildiği herhangi bir doğal veya toplumsal-tarihsel maddenin ve onun daima bağlı bulunduğu nesnel zorunlulukların değişiminin evrensel bir şemasıdır. Bizce Lenin’in, diyalektiğin mantıkla ve modern, bilimsel, yani materyalist bilgi teorisiyle özdeşliği (yalnızca ‘birliği’ değil, kesin olarak özdeşliği, tam uyumluluğu) üzerine tezinin asıl anlamı budur. Bu yaklaşım, diyalektiğin Friedrich Engels tarafından verilen tanımlarından bir tanesini içinde barındırmaktadır (‘diyalektik; doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasalarının biliminden başka bir şey değildir’ (Anti-Duhring), yani diyalektik, ‘belirli bir biçimde öznel’ yasaların ve düşüncenin biçimlerinin değil, doğal ve toplumsal-tarihsel gelişimin bilimidir).” İlyenkov’un bu doğru perspektifi göstermektedir ki, doğanın ve toplumun diyalektiklerinin ayrılığı iddiasındaki Orkunoğlu, Engels’e yönelttiği eleştirileri bir adım sonra muhtemelen Lenin’e de yöneltmek zorunda kalacaktır.                  

Orkunoğlu’na karşı Materyalizmi Savunmak

Orkunoğlu, “uzun araştırmaları” sonucunda “özellikle Hegel felsefesini Almanca kaynaklardan incelemesi” neticesinde “materyalizm ile idealizmin tek yanlı olduklarını düşün(müş)…” ve “diyalektik materyalizmin, bu ikisinin sentezi olduğu” sonucuna varmış. Bu noktada da bizlere, materyalizm ve idealizmin bir sentezi olarak ‘diyalektik materyalizm’ anlatısına girişmek durumunda kalmış. Orkunoğlu için, diyalektik materyalizm, idealizm düşüncesini aşan, onu düşünce tarihinin bir geçmiş unsuruna çeviren bir yöntem değil, materyalizm ile idealizmin sentezi sonucu oluşmuş bir birleşik yapı.

Orkunoğlu’nun bu anlatısında elimizde iki materyalizm var. Birincisi ‘materyalizm’, ikincisi ise idealizm ile sentezlenerek oluşturulmuş ‘diyalektik materyalizm’. Diyalektik materyalizme ulaşmak için idealizm ile sentezlemesi gereken materyalizmi anlattığı çerçeve, aslında, kaba mekanik materyalizm ya da pozitivizm diyeceğimiz çerçevedir. Ancak Orkunoğlu bu mekanik materyalizmi ya da pozitivizmi yanlış olarak görmez, tersine, materyalizmin doğru bir tarifi olarak görür. Onun bu materyalizmde yanlış bulduğu nokta, idealizm ile birleşmemiş ve böylece diyalektik materyalizme yükselmemiş olmasıdır.

Yazımızın başında diyalektik materyalizmin, Hegel’in algı ve bilincin işleyiş şemaları olan kategorileri, bilincin biçimleri şeklinde çözümlemesinden ve pozitivizmin, dolayımsız olarak nesnel gerçekliği algıladığı yönlü inancının yanlışlığından ve yaratacağı sorunlardan bahsetmiştik. Bu sorunları materyalizmin, algının kategorilerini, nesnelerde kendi varoluş etkinliğinin bilinç izleri, ‘bilincinin biçimleri’ olarak açıklaması ile gerçekliğin doğru bir imgesinin kuruluşunu açıklayabildiğinden bahsetmiştik. Pozitivizmin ise böyle soruları olmadığını, onun için duyuların doğrudan bilinçte imgeler oluşturduğu ve bilincin de bu imgelerden soyutlamalara yükselerek kavramlar oluşturduğu önermesini sunduğunu söylemiştik. Bu çerçeveyi akılda tutup Orkunoğlu’nun materyalizm tarifine bakalım.

Orkunoğlu, materyalizmin duyuları, bilincin kaynağı olarak gördüğünü ve duyuların nesnelerini yansıttıkları saptamasını yapar ve devamında şöyle söyler; “ancak materyalizm bazı yönlerden eksik ve tek-yanlıdır. Duyu organına sahip olan bireyden yola çıkar ve organik bir bireşime (senteze) ulaşabilme gücünden yoksundur. Çünkü duyu verileri kendilerini sentezleyemezler. Onları sentezleyen bir yeti, yani Verstand (Anlak) gereklidir. Ayrıca duyuları temel alan materyalizm, toplumu, bireyin soyut bir toplamı ve insan kişiliğini de mekanik süreçlerin ve maddesel tekil parçaların toplamı olarak görür”. Mekanik materyalizm ve pozitivizm böyle tarif edilebilir ancak materyalizm bu değildir. Materyalizm duyu organlarına sahip bireyden yola çıkmaz, tersine, duyumların gerçekleşmesinin koşulları olan kategorileri, bireyin dışında toplumsal bir nesnellik olarak açıklar. Kategorilerin toplumsal bir nesnellik olmaları, onların insan toplumunun varoluş etkinliğinin bilinç biçimleri olmalarına dayanır. Dolayısıyla duyumlar hem daha başlangıçta toplumsal bir bütünlüğü taşırlar hem de atomize edilmiş bireylere yaslanamazlar. Materyalizm tüm kavramlar gibi, toplum ya da sınıf kavramlarını da, bu kavramların altında toplanmış tekilliklerin bir soyutlaması olarak görmez. Bu, pozitivizmin kavram oluşturma yöntemidir. Materyalizm Orkunoğlu’nun belirttiğinin aksine, toplum kavramını ya da sınıf kavramını somut gördüğü için pozitivizm tarafından eleştirilir. Çünkü pozitivizmde hiçbir kavram somut bir nesnellik olarak ifade edilemez.

Orkunoğlu’ndan bir diğer alıntı: “… materyalizm, bilginin maddi kaynağına dikkat çekmekle yetindiği için tek yanlıdır. Çünkü bilincin madde üzerindeki aktif rolünü ihmal etmektedir. Materyalizm, aktif özne, bilinç, irade, eylem ve amaç gibi tinselliklerin toplumsal değişimdeki rolünü doyurucu biçimde açıklama gücünde değildir”. Materyalizm, bilincin oluşumunda insanın varoluş etkinliğini gören, insan bilincini bu etkinliğin sonucu demesek de bileşeni gören tek düşüncedir. Bilinci insan etkinliğinin başlangıcı olarak tarif eden tüm düşünürlerin aksine bilinç, insanın maddi dünyadaki aktif etkinliğiyle tarif edilmeye başlanabilir ancak. Toplumu ya da maddeyi değiştirme süreçlerinin başına aktif özneyi, bilincin, iradenin amacın vb. var oluşunu koyan ve tüm bu belirlenimleri salt bir bilinç içinde salt bir tinsellik olarak gören pozitivizmdir. Materyalizm için salt bir tinsellik olarak bilinç ile başlanan bir etkinlik yoktur, materyalizm bilinci etkinliğin içinde, onun bir bileşeni olarak tanımlar. Bu yüzden bilinç, toplumsal üretim biçiminin tarihsel değişimleriyle değişir. Hegel’in sandığı gibi salt bir bilinç olarak var olan ve maddi ve toplumsal dönüşümleri gerçekleştiren ve her nasılsa zaman içinde ‘akıllanmaya’ doğru evrilen bir bilinçten bahsetmez materyalizm.

Orkunoğlu’dan bir de idealizm tarifi alıp bitirelim: “… idealizm, tümel olandan, İdeadan, yani kişisel olmayan Akıldan yola çıkar ve genellikle somut, bireysel insanı gözden kaçırır”. En azından nesnel idealizm bunu yapmaz. İdealistlerin sorularını anlamak, mekanik materyalizmi ya da pozitivizmi eleştirel bir şekilde anlamayı kolaylaştıracaktır. Yazının başından beri pozitivizmin sormadığını hatta böyle bir sorunun bile oluşabileceğini görmediğini söylediğimiz soruları nesnel idealizm sorar. Nesnel idealizm algıların, bilincin kavram ve kategorileri olmadan oluşamayacağını görür ve bu kategorilerin kaynağını sorar. Nesnel idealistler, gerçekliğin özünü, manasını oluşturan ve gerçeğe ulaşmamızı sağlayan kavramın, akla ait soyut bir belirlenim olursa gerçeği anlamamızı sağlayamayacağını görür ve kavramın, gerçeğin İdeasının nasıl nesnel olabileceğini sorarlar. Bu sorular Marx öncesi mekanik materyalistler ya da günümüz pozitivistleri için görülemez sorulardır. Marx’ın Feuerbach üzerine birinci tezinde, düşünsel süreçte etkin yönün idealizm tarafından taşındığını söylemesinin altında bu yatar. Elbette bu etkin yön, idealizmin kendi çözümü olarak sunduğu insanüstü, soyut belirlenimlere yaslanması ile yanılır. Ancak bu yanılgısı görülmek kaydıyla özellikle günümüz pozitivizminin kesif körlüğünü görmemiz için bile çok yararlıdır. Son olarak hiçbir nesnel idealist tanrıyı arayarak başlamaz. ‘İdeaların nesnelliğini’ gören ve bu nesnelliğin kaynağını arayan bir akıl, bu nesnelliğin kaynağını bulamadığında, bu kaynak yerine geçmek üzere bir tanrı varsayımı üretmek zorunda kalır.

Okurun, Orkunoğlu’nun sunduğu materyalizm tarifleri konusunda eleştirel bir bakış geliştirmesi zorunludur. Orkunoğlu, materyalizm sandığı pozitivizmi, idealizm ile birleştirince diyalektik materyalizme ulaşacağını düşünmektedir. Bu görüşünün “150 yıldır sosyalistler arasında yaygın olan görüşlere karşıt olduğunu” bildiğini söylemektedir bize. Oysa bu, sosyalistlerin değil, tüm düşünce dünyasının karşı olacağı çok basit bir kuramsal yanılgı içinde olmaktan başka bir şeyi ifade etmemektedir.

Son Söz

“(Lenin) kendi Hegel araştırmasında, bazı bakımlardan genç Marx’ın geliştirmiş olduğu, materyalizm ve idealizmin en iyi yanlarını birleştiren bir diyalektik kavramına benzer öğeleri yeniden keşfetmeye başlamıştır”.

“Öyle görünüyor ki Marx burada, bir kez daha, ‘iki kamp’, idealizm ve materyalizm arasında -ikincisi, öznelliği ve diyalektiğin aktif yanını geliştirmeye yardımcı olmak üzere- bir tür karşılıklı ilişki görmektedir”.

“Engels ve Plehanov tarafından geliştirilen ve tüm İkinci Enternasyonal tarafından izlenen (1914 öncesinde Lenin’in kendisi de dahil olmak üzere), felsefi bakış açılarının idealizm ve materyalizm olmak üzere katı bir biçimde iki kampa ayrıldığı kavrayışa göre büyük bir ilerleme oluşturur”.

Bu alıntılar Orkunoğlu’na ait değil. Kevin B. Anderson’un Lenin, Hegel ve Batı Marksizmi adlı kitabından. Anderson, Lenin’in Hegel okumalarını takip ederek ulaştığı sonuçları bu şekilde paylaşır bizimle. Genç Marx ve Lenin, Anderson’a göre, idealizm ve materyalizm diye iki kamp olmamasının gereğine doğru yönelmişlerdir. Engels ve Plehanov’un sert bir ayrımla ortaya koydukları idealizm ve materyalizm karşıtlığı Anderson’a göre yanlıştır ve bir sentez, uzlaşı gerekmektedir. Bu, idealizm-materyalizm sentezi gereğine genç Marx ve Lenin de katılmaktadır Anderson’a göre.

Orkunoğlu’nun geliştirdiği kuramsal zemine, Anderson da Lenin üzerinden çalışmaları ile ulaşmış. Anderson’un kitabı, diyalektik materyalist kurama yönelik, Lenin üzerinden ve Marksizmi güya güzelleyen bir dille yazılmış daha kapsamlı bir kuramsal yıkım çalışması. Bunları bir kuramsal yıkım olarak gören ve bu yıkıma karşı durmak isteyen okurlar için söyleyelim, işimiz göründüğünden daha çok yani.

sendika.org sitesinde 4 Ekim 2021 tarihinde yayınlanmıştır

Yorumlar kapatıldı.