Kuramsal zeminimizin bilimsel sosyalizm olduğundan eminiz ki, sosyalist mücadelenin içinde bulunduğu durumu değerlendirirken sürekli etkinliklerimizden ve bu etkinlikleri gerçekleştirdiğimiz düzlemlerin doğruluğu ya da yanlışlığından bahsediyoruz. Yenilgiler karşısında sadece pratik etkinliğimizi tartıştığımıza göre, kuramsal olarak durduğumuz zeminin bilimsel sosyalizm olduğundan tam anlamı ile eminiz herhalde? Sınıfın özneliğine soyunanın, ayağını bastığı bilimsel zeminden emin olması nedeniyle olsa gerek kendimizi yenik gördüğümüz her zaman, dön baba dönelim biçimsel etkinlik tartışmaları yapıyoruz. Üstelik bu biçimsel tartışmaları yapmakla öz eleştiri verdiğimiz kanaatindeyiz de. Sosyalist mücadelenin ‘öznelerinin’ aklına, ütopik sosyalist yada kaba materyalist bir kuramsal düzlemde olmalarının yıkım yarattığı ve bilimsel sosyalizmin kuramsal aydınlığından uzak olmamızın bu yıkımın temel sebebi olduğu asla gelmiyor. Demek ki bilimselliğimizden kuşkumuz yok. O zaman sözümüz meclisten dışarı olsun da şu ütopik sosyalizmin ve kaba materyalizmin, bilimsel sosyalizmden farkına değinelim.
Ütopik sosyalistler 18. Yy da, Marx öncesi sosyalizm mücadelesi verenlerdir. Marx öncesi oldukları için ‘emek-emek gücü’ ayrımından ve ‘artı değer’ gibi kavramlardan yoksundurlar. Kaba materyalistler ise Marx sonrası olmaları hasebiyle bu kavramlara sahip olmakla birlikte, diyalektik tarihsel bir materyalizme sahip olamayanları ifade eder. Her iki yapı da Marx’ın geliştirdiği bilimsel sosyalist zeminde olmadıkları için temel olarak adil, eşit, sömürüsüz bir dünyanın etik ve akılcı düzlemde savaşımını verirler. Üstelik bu savaşımı, Marksist bilimsel sosyalizmin, bilimsel kavramlarıyla değil, içinde bulundukları kapitalist dünyanın kapitalist kavramlarıyla gövdelendirirler. Oysa, emek-emek gücü ayrımı gibi artı değer gibi kapitalizmde olmayan kavramları edinmek kadar, kapitalizmde olan tüm kavramların bilimsel sosyalizmle aşılmış olması da bilim yapmak için şarttır. Aksi takdirde kapitalizme karşı verilen mücadelede, burjuva düşüncesinin kavramlarına teslim olunmuş olunur ki bu kavram setiyle ancak pozitivizmin içinde metafizik bir yöntemle hareket edilebilecektir. Bu da yeni bir dünya için verilmesi gereken devrimci mücadeleyi, var olan dünyanın pozitif bir versiyonu için verilen bir mücadeleye çevirecektir ki bu mücadelenin sınıfta bir karşılık bulması beklenmez. Aslında insanın ‘tıpkı şimdi içinde bulunduğumuz durum gibi’ diyesi geliyor.
Marx’ın, Engels’in, Lenin’in bilimsel sosyalizm tartışmalarında Bacon, Hobbes, Locke, Hume gibi birçok ismin geçmesi boşuna değildir. Bilimsel sosyalizm bu isimlerin üzerine yükselme, aydınlanma felsefesiyle, pozitivist metafizikle şekillenmiş bir burjuva düzlemi aşma ve yeni bir bilimsel zemin sunma iddiasındadır. Devrimci mücadele bu bilimsel sosyalist zemine basmak zorundadır. Bilimsel sosyalizmin zeminine ait kavram ve kategorileri oluşturmayan bir sosyalist mücadele, içinde bulunduğu süreci okuyamaz, sınıfının nesnelliğini göremez, gerçeklikle bağ kuramaz. Bilimsel sosyalizm zeminine basmayan bir devrimci mücadele, sömürüsüz, adil, eşit, özgür bir dünya için fedakarca, kahramanca bir mücadeleyi etik ve akılcıl çerçevede inançla verir ki tüm bu sözcükler olumlu tınılarına rağmen ütopik sosyalizmin mücadele tarifini oluştururlar. Bu mücadeledeki tüm kavramsal zemin, kapitalizme içkin olmaya devam ederken, sınıfı, Feuerbach’ın düşündüğü gibi ‘akıllandırarak’ harekete geçirmeye çalışmayı tarif edecektir. Bu ‘asil’ ancak bilimsel olmayan çabanın işçi sınıfında bir karşılığı olmaz. Gene insanın ‘bugün olduğu gibi’ diyesi geliyor.
Bilimsel sosyalizm ile bilimsel olmayan ütopik sosyalizmin ve kaba materyalizmin kuramsal farkının saptanmasının ne denli önemli olduğunu bir örnekle açmaya çalışalım. Burjuva sosyolog Wallerstein’ den bir çarpıcı alıntı yapalım, alıntıdaki tüm vurgular ve yazının devamında kullanmak için koyduğumuz parantez içindeki sıra numaraları bizim:
“Yirminci yüzyılın iki büyük ideoloğu –Woodrow Wilson ve Nikolay Lenin- bu noktada tarih sahnesine çıktılar. Willson, Amerikanizmi, yani ‘dünyayı demokrasi için emin bir yer haline getirmek’ fikrini savunuyordu. Lenin, Komunizmi, yani işçi sınıfını evrensel sınıf olarak her yerde iktidara getirmek düşüncesini yayıyordu. O zamanlar ve ta 1989’a kadar, bu iki proje birbirlerinin seçeneği ve karşıtı olarak sunuldular. Fakat aralarındaki ortaklıklar, taraftarlarının bilindik iddialarının aksine, ayrılıklarından daha fazladır. Her ikisi de(1), Aydınlanma’nın mirasını devralmışlardır ve insanlığın akılla ve bilinçle iyi toplumu kuracağı inancını paylaşıyorlardı. Her ikisi de(2), devletin, rasyonel ve bilinçli kolektif karar-almanın odağı olarak, iyi toplumun kuruluşunda en önemli rolü oynayacağı düşüncesi hakimdi. Her ikisinin de(3), gelecek tasarımları dünyeviydi. Dünyanın çevre halkları söz konusu olduğunda, her ikisi de(4), her bakımdan ‘eşit’ görülmesi gereken ulusların ‘kendi kaderini tayin hakları’nı savunuyorlardı. Son olarak, her ikisi de(5), birer eskatologya idiler: tarihin kaçınılmaz olarak ve gitgide artan bir hızla kendi evrenselleştirici ideallerine doğru aktığı ve sonunda herkesin idealin şemsiyesi altında toplanacağı inancını paylaşıyorlardı.”[1]
Oldukça iyi bir burjuva sosyolog olan Wallerstein, aslında kendi kavram düzlemi içinde doğru söylemektedir. Yanıldığı nokta Wilson ile ortak olanın asla Lenin değil, kaba materyalistler yada ütopik sosyalistler olmasıdır. Yani alıntıya Lenin yerine ütopik sosyalistleri ya da kaba materyalistleri koyarsanız, Wallerstein’nin yaptığı tam anlamıyla doğru bir değerlendirme olacaktır. Bilimsel sosyalizmin dışında olan Wallerstein, kendi burjuva kavramları ile baktığında sosyalist mücadelede sadece kapitalizmin pozitif karşıtını görmekte ve ikisinin aynılıklarını buna dayanarak sıralamaktadır. Dediğimiz gibi emek gücü, artı değer sömürüsü, adalet, özgürlük, eşit akılcı toplum diye bağıran ancak bilimsel sosyalizmin kavram ve kategorilerine basmayan ütopik sosyalistler ve kaba materyalistler için burada sıralanan ‘her ikisi de’ şıkları gerçekten doğrudur. Ancak Lenin için hiçbiri doğru değildir. Hatta Lenin, mücadelesinin çoğunu sosyalistleri bu ‘her ikisi de’ şıklarındaki aynılaşmadan çıkarmak için vermiştir dersek yanlış olmaz. Bu noktada Wallerstein’nın şıklarına, bizim ‘sosyalist’ yazın ve tartışma düzlemlerimizi sınamak için kısaca bir göz gezdirelim.
(1)Aydınlanma felsefesinin kurduğu ‘bilimsel’ zemin, pozitivizmin metafizik çerçevesini ifade eder ve günümüzde de okullarda, akademide burjuvazinin tedrisatından geçmiş herkes için apaçık doğru ve bilimseldir. Ancak sosyalist cephede, bunun bilimsel olmadığının görülmesini ve eleştirilmesini beklediğiniz yerde, yani ‘sosyalist’ yazında da çoğu kez fizik, kimya vb. pozitif bilimlerin bu çerçevede incelenmek zorunda olduğunu okuyabilirsiniz. Aynı şekilde, diyalektik çelişkinin pozitif bilimlerde ve örneğin matematikte geçerli olmadığını, toplum bilimlerinde geçerli olduğunu okuyabilirsiniz. Engels’in, temel olarak Korsch ve Lukacs’ın, Kantçı eleştirileri zemininde oluşturdukları ve günümüzde daha da sığ bir perspektifte dile getirilen argümanlarla, diyalektiği kabalaştırdığını ve Marx’dan ayrıldığını okuyabilirsiniz. Tersine, ‘sosyalist’ yazında, aydınlanma felsefesinin sunduğu, insanın akılla ve bilinçle hareket ettiği, bilincin insanlığın ön koşulu olduğu ve bu perspektifte ‘bilinçle yapılan eylem’ şeklinde kurulan düalist çözümlemelere ulaşıldığı süreçlere itiraz edildiğini okumazsınız. Dışımızdaki maddi dünyanın imgesine, bu maddi yapıların genel bir soyutlaması ile oluşturduğumuz kavramlarla ulaştığımızı söyleyen, dışımızdaki dünyanın nesnel ve somut, düşüncelerimizin ise öznel ve soyut olduğunu vazeden aydınlanma aklına itiraz eden ‘sosyalist’ yazınlara rastlamak pek olası olmaz. Bilincimizin tüm kaynağının, algılarımıza dayana deney ve gözlem olduğunu söyleyen ve bu süreci Locke’cu bir içerikle açıklayan aydınlanmaya, sunduğu çerçevenin ampirist bir sürece mahkum olacağı ve bilinemezciliğe yıkılacağını söyleyen, açıklayan, eleştiren ‘sosyalist’ bir yazın bulamazsınız. Dolayısıyla Wallerstein haklı olarak bu tür bir ‘sosyalist’ mücadeleyi, aydınlanma felsefesi içinde burjuva mücadele ile kardeş ilan ediverdiğinde bir şey diyemezsiniz.
(2)Toplumların rasyonel, bilinçli karar alma süreçleri ile ‘iyi’ye doğru hareket edeceğini düşünen ve bu konuda aydınlanmayla aşağı yukarı fikir birliğinde olan son ‘sosyalistin’ Feuerbach olmasını beklerken, günümüzde de bu tür değerlendirmeleri ‘sosyalist’ yazında okumak bizi şaşırtmaz. Aydınlanmanın, aklın önceliği ile kurduğu yapının ‘sosyalistler’ için de kabul edilebilir olduğunu sık sık görürüz. Akla ve akıllanmaya methiyeler okuruz her yerde. Bilenlerin, bilmeyenleri eğitip yönlendirmesi düşüncesi aydınlanmacılar gibi ‘sosyalistlerede’ hiç uzak gelmez ama Marx’ın bu düşüncedeki Feuerbach’a yönelttiği, ‘süreç bir bilinç akışı süreciyse eğiticilerin eğitimi nasıl mümkün oluyor’ yönlü eleştiri pek konuşulmaz. Hatta Marx’ın bu eleştirisini olumlu algılayıp, eğiticileri eğitmeliyiz diyen ‘sosyalistlere’ sık sık rastlarız. Gene düşeriz Wallerstein’nın ocağına.
(3)Aydınlanmanın iddiasının dünyevi olduğuna, ‘sosyalistler’ de, pozitif bilimleri göz önüne alarak pek itiraz etmezler. Kant ile biliriz ki duyumsayabilmek için, duyumların kategorilerine sahip olmamız gerekir. Bu kategoriler Kant için, bilinçte, deneyim öncesi vardırlar. Bu çerçeveyi aşamayan aydınlanma için de kategoriler önseldir ama pek ‘pozitif’ olduklarından, aşırı ‘bilimsel’ olduklarından, Kant’ın a priori kategorilerine cevaz veremezler. Bunun yerine tüm bu kategori setini sessizce metafizik alandan edinirler. Yani aydınlanmanın şövalyeleri hiç de dünyevi filan değildir. İşlerine geldiğinde tanrısal alandan kavram ve kategori transfer etmekten hiç çekinmezler. ‘Sosyalist’ yazınımızın çoğunun ise ya bu tartışmanın farkında bile olmadığını ya da kategorilerin nesnelerden dolayımsız bilince yansıdığı kaba yansıma teorisi eşliğinde, aydınlanmanın düşüncesine katıldığını görmemiz şaşırtıcı olmaz. Wallerstein’nın aydınlanma ile aynılık iddiasının içinden bir türlü çıkamıyoruz.
(4) Tüm kavramlar gibi aydınlanmanın eşitlik kavramı ile Marksizmin eşitlik kavramı arasında fark vardır. Aydınlanma kuramına basan Wilson’un, ulusların kendi kaderini tayini hakkında söylediği sözlerini, sömürgelerin biçimsel eşitlik ekseninde serbest kalması ve yeni egemen kapitalist devletinin güdümüne girmesi ahlaksız politik isteği ile oluşturduğu o denli açıktır pek açıklama gerektirmez. Ancak meta sahipleri olarak insanların eşitliği ve bu eşitlik üzerinden de hukukla ilişkili adalet tarifinin farkı önemlidir. Aydınlanma düşüncesi, daha eşit, daha adil bir dünyaya ve insanların istedikleri gibi davranması ve düşünmesi anlamında daha özgür bir dünyaya da itiraz etmez. Aydınlanma düşüncesinin tarifinin dışında bir özgürlük kavramı tanımlarsanız, kapitalist eşitler hukukuyla ilgisiz bir adalet kavramının kapitalizm dışında, geçiş döneminde çok dar bir kapsamda varolması dışında var bile olmayacağını söylerseniz, burjuva itirazlarla karşılaşırsınız. Ancak Wallerstein’nın saptamasını haklı çıkarır bir şekilde, ‘sosyalist’ yazında, kapitalizmin kavramlarının değişmediğini sadece daha iyi, daha çok, daha akılcıl, daha insancıl olduklarını görmeye devam ederiz. Oysa her şey adıyla çağrılmalı, değil mi?
(5)Toplumların hareketi aydınlanmanın söylediği gibi, bilincin ekseninde akıyor ve bilincin gelişmesi çerçevesinde değişiyor olsaydı, toplumların ‘evrensel idealara’ doğru doğal bir süreç izlediği Wallerstein’nın ifade ettiği gibi söylenebilirdi. Ancak buna sadece aydınlanmanın neferleri olan burjuva entelijansiya ve ütopik sosyalistler ile kaba materyalistler inanırdı. Wallerstein bu düşüncelerden başkasını tasavvur edemediğinden ve Lenin’in bir cümlesini bile anlamadığından böyle bir aynılaştırmayı gerçek sanıyor. Aslında burada Wallerstein’nın aynılaştırmasını bozan, Marx’dan önce nesnel idealistler olacaktır. Nesnel idealistler toplumun doğallıkla aktığı söylenen ‘evrensel ideanın’ kaynağını sorarak aydınlanmacı düşüncenin büyüsünü bozarlar. Hani Lenin’in, ‘düşüncenin kısır da olsa çiçeği’ diyerek haklarını verdiği nesnel idealistler. İdealin nesnelliği tartışması son aşamada, Hegel ile derinleştirilmiş ve Marx ile de sonuçlandırılmıştır. Bu açıklama sonundadır ki biz mesela ‘işçi sınıfı’ kavramının nesnel olduğunu biliyoruz. İşçi sınıfının, tek tek işçilerin soyutlaması ile oluşturulmadığını, salt bir tümevarımın ürünü olmadığını, bu sayede biliyor ve iddia ediyoruz. İşçi sınıfının nesnellik payesini toplumdaki tüm insanların bu kavramı gerçek görmesiyle edinmediğini ve bu nesnellik payesini, herkesin bu kavramın soyut olduğuna kanaat getirmesi ve onu nesnel görmemesi ile de kaybetmeyeceğini biliyoruz. Bu sayede, hiçbir işçi devrimi düşünmezken ve burjuva ideolojik saldırıyla herkesi dine imana boğulmuşken bile, nasıl olurda ‘işçi sınıfı’ devrimci olarak kalır biliyoruz hesapta. Değil mi?
Wallerstein alıntısı gösteriyor ki, eğer aydınlanma düşüncesiyle ayrımınızı net bir şekilde oluşturmamışsanız, düşünceleriniz kısmen veya tamamen bu kurama yaslanıyorsa, gününüzün apaçık bilimsel olduğu ileri sürülen pozitvist metafiziğin gölgesi üzerinize düşmüşse, kapitalist sistemi yıkmaya aday olmak bir yana onunla çokça ortaklığınız vardır. Yanlış anlaşılmasın, burada reformizmden bahsetmiyoruz, sosyalist devrimciliğe soyunan akıllardan bahsediyoruz. Reformizm, kavramlarını kapitalist sistemden bilinçli bir şekilde alır ve çerçevesini baştan bu tutarlılıkla kapitalizm içinde bir yol olarak çizer. Devrimci sosyalistlerin ise Wallerstein’dan örneklediğimiz kavramsal düzlemde ortaklaşmayı aşmış olmaları, dolayısıyla bilimsel sosyalist olmaları beklenir.
Marx, Engels Ve Lenin’in bilimsel sosyalizm zeminini anlatmak için yazılarında, çizilerinde her adımda Baconları, Hobbesleri, Lockeları, Humeları görmemiz ve bu düşünürlerin yazınları ile yaptıkları polemikleri okumamız bir şey ifade ediyor mu? Kant’ın, Hegel’in kuram eleştirileri bir yana teminolojilerinin bile bilimsel sosyalizm içinde sürekli önümüze gelmesini örneklemek gereksiz bir hatırlatma mı olur? Lenin’in Hegel’i anlamadan Marx’ın Kapitalinin özellikle ilk bölümünü anlayamazsınız demesinin dayanağı ne ki? Bu kadar felsefeci adı saymak, teori, kuram demek, zaten bilimsel sosyalist olduğundan hiç şüphe etmeyen ‘devrimci sosyalistlere’ karşı abes kaçar mı? ‘Bilimsel sosyalizmimizden’ emin olduğumuza göre, teori ve kuramımızın ‘diyalektik tarihsel materyalizmin’ bilimselliği içinde olduğundan kuşku duymadığımıza göre, bugüne kadar yaptığımız gibi bugünden sonrada her duvara çarptığımızda, bilimimizi değil de etkinlik şeklimizi sınamaya devam mı edelim? Ne de olsa biz bilimine sahip ve bu nedenle sınıfının özneliğini taşıyacağı kuşku götürmez, yazınlarından, programlarından, o çok su kaldıran güncel politik değerlendirmelerin dışında, yoğun bir bilimsel sosyalist kuram fışkıran ‘sosyalist’ yapılarız. Öyle miyiz? Emin misiniz? Yoksa sorun eyleyiş biçimimizde değil, bilimsel sosyalizm düşüncemizin yanlışlığında olabilir mi? Naçizane, bi düşünelim derim.
Düşünelim demişken, Che’den bir alıntıyla bitirelim, vurgu bizim: “Ne yazık ki, halkımızın çok büyük bir bölümünün ve benim gözümde, bir sistemi övmek, onun bilimsel analizini yapmaktan çok daha kolaydır. Oysa bu, halkı aydınlatma çalışmamıza hiçbir katkıda bulunmaz. Tüm çabamız düşünmeye ve Marksizm’e, bu dev doktrinin layık olduğu ciddiyetle yaklaşmaya yönelmelidir”[2].
Bu yazı https://sendika.org/2023/08/bilimsel-sosyalist-oldugumuzdan-eminiz-degil-mi-690325/#more sitesinde yayınlanmıştır.
[1] Eski Dünyadan Yeni Dünyaya, Editör: Hakan Yılmaz, Hil yayınları, içinde Wallerstein- 1980’den Alınacak Dersler makalesi.
[2] Carlos Tablada Perez, Che’nin Ekonomik Düşüncesi, Yayına Hazırlayan; Alp Altınörs, Akademi yayınları, s.22.
Yorumlar kapatıldı.