İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Aydın Çubukçunun, Diyalektik Mantık Anlayışının Eleştirisi,
İlk Yazımıza Verilen Cevap Üzerine.

Alper Öztaş – Birikim Dergisi 357.sayı Ocak 2019

Birikim Dergisi’nin, Mayıs / Haziran- 2018 sayısında Aydın Çubukçu’nun diyalektik mantık anlayışının eleştirel çözümlemesini yaptığımız yazımız yayınlanmıştı[1]. Bu yazı üzerine Çubukçu, Teori ve Eylem dergisinde bir cevap yayınladı[2]. Çubukçu’nun cevap metni ardından, eleştiri konumuzu biraz daha açmak için bu metni kaleme alma ihtiyacı doğmuştur.

Çubukçu yazımıza verdiği cevapta, mantık terimlerindeki ya da kullanılan terminolojideki karışıklıkların tartışmanın önündeki en büyük engeli oluşturduğunu ileri sürüyor. Bunun örneği olarak Çubukçu, yazımızda, tikel teriminin “kimi zaman nesne, kimi zamanda tekil varlık anlamında kullanıldığını” belirterek, bu kullanımın yanlışlığını gösteren bir alıntı yapıyor. Bu alıntıya göre tikel; ‘bir türün bütün bireylerinde bulunmayıp birkaç ya da bazı bireylerinde bulunan özelliklerini tanımlayan önermelere verilen ad’ olarak tanımlanıyor. Bu şekildeki bir tikel kullanımına örnek olarak da ‘bazı kuğular siyahtır’ önermesini veriyor. Bizim yazımızda tikel teriminin hangi anlamlar yüklenerek kullanıldığının anlaşılamadığından yakınıyor. ‘Tek bir nesne, tek varlık, somut varlık, nesne’ anlamlarında tekil teriminin kullanımı öneriliyor. Bir başka eleştiri olarak da “ diyalektiğin kategorilerini tümeller olarak görme yanlışına” düştüğümüz belirtiliyor. Bu iki eleştiri de aslında birbiriyle oldukça ilişkili. Çubukçu ile aramızda elbette terminolojik bir ayrım var, ama bu Çubukçu’nun aktardığından daha derin ve belirleyici. Bu ayrımı açıklamaya çalışalım.  

Tekil-Tikel

Kavram ve kategoriler üzerine olan ayrışmamızı açmadan önce, tikel üzerine olan tartışmaya değinelim. Kavram ile nesnesinin ilişkisinden bahsetmek, bir yargıdan bahsetmek anlamına gelir. Nesne bu bahiste “ tikel olan ayırdedilen ya da belirliliktir, ama kendi içinde evrensel olması ve tekil bir şey olarak bulunması anlamında ”.[3] Yani, nesneden, bir evrenseli içeren tekil olarak, dolayısıyla bir tikellik olarak bahsederiz. Tikel, tekilin, evrensel ile ilişkisini, bir belirliliği üzerinden kurmaktır. Tekilin evrensel ile bağıntısını anlatırken oluşturduğumuz yargılar, ‘dır’ koşacı ile oluşturulurken (köpek bir hayvan-dır), evrensel ile ilişkisinde tariflenen tekil, bir zemin olarak bulunur, tikel bu zeminde ayrımsanmış, belirlenmiş nesnelliktir. “ ‘Tekil evrenseldir’ soyut yargısında özne kendi ile olumsuz bağıntı içinde dolaysızca somut olan, ama buna karşı yüklem ise soyut, belirsiz, evrensel olandır. Ama ikisi ‘dır’ yoluyla bir araya bağlandıkları için, evrenselliği içindeki yüklem öznenin belirliliğini de kapsıyor olmalıdır, böylece tikelliktir ve bu ise özne ve yüklemin koyulmuş özdeşliğidir…[4] Tekil ile evrenseli dışsal olarak ilişkilendirdiğini düşünen önermeler, biçimsel mantığın bir kabulünden kaynaklanır. Bu kabul, nesne olarak somut olan ‘tekil’in, bu somutluktan soyutlanarak oluşturulmuş, dolayısıyla soyut olan bir ‘evrensel’ ile ilişkisini sunduğu kabulüdür. Bu kabulü yıkan ise önermenin kendisidir. ‘Dır’ koşacı, tekil ve evrenselin, ayrımları içinde ele alınmasının, dil için bile mümkün olamayacağını gösterir. Öyle anlaşılmalıdır ki, birinden bahsederken diğerinin, onun içinde olduğu ve bahsedilenin diğerini içermeden açıklanamayacağı hatta dile bile getirilemeyeceği bilinmelidir. Ancak genelde yapılan, her bir terimi tek başlarına, biçimsel olarak tanımlamak ve sonra onları Çubukçu’nun örneğini verdiği, biçimsel bir önermede bir araya getirmektir. Bu yanılgı, köpeğin tekilliğinden hareket eden bir algının, belli soyut kategorik sınıflamalar olan tikelliklerle, bilinçte soyut bir kavram olarak evrenseli, tümeli oluşturduğunu sanan, biçimsel düşüncenin yanılgısıdır. Oysa ‘köpek’, ‘hayvan’sız anlaşılıp ifade edilemezken, ‘hayvan’da ‘köpeksiz’ var edilip, söylenemez. Hayvan kavramı ancak belirli bir ‘hayvan belirlenimi’ olarak gösterilebilir ve “her hayvan bütünüyle somut olarak belirli ve tikel bir şeydir[5] Bu nedenle, nesne ile kavramının, evrenselinin ilişkisini anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız her yerde ‘tikel’ den bahsederiz. Örneğin; Marx’ın, Kutsal Aile kitabında, nesne ile kavramının ilişkisini tartışırken, Hegelcileri eleştirdiği bölümde, ‘elma, armut ve badem tikellerinin’ kavramları olan ‘meyve’ ile kurulan ilişkisini anlattığı yerde olduğu gibi[6]. Ya da Lenin’in, Felsefe Defterleri’nde tartışırken ‘Medor tikelinin’ evrenseli olan ‘köpek’ kavramıyla ilişkisini anlattığı yerde olduğu gibi[7].

Kavramın Tanımı

Çubukçu’nun biçimsel bakışı, daha ilk adımda, tikeli kullanımımıza yönelik eleştirisinde kendini gösterir. Bu biçimsel bakış, nesnenin kavramını ve bu kavramı oluşturmanın ilkeleri olarak kategorileri açıklarken de sorunlarla karşılaşacaktır. ‘Köpek bir hayvandır’ önermesinde, ‘köpeğin’, tümeli, geneli, evrenseli olarak duran ‘hayvan’ kavramının, biçimsel mantıkla tarifi daha büyük sorunlara gebedir. Biçimsel mantığı açmak için, önce, sözlüklerden, ‘kavram’ başlığına göz atarak başlayalım.

Materyalist Felsefe Sözlüğü’ne göre ‘kavram’ başlığının altında yazılanlardan bölümler aktaralım; “Kavram; dünyanın zihinde yansımasının formlarından biri. Bu yansıma fenomenlerin ve prosesüslerin özünü bilme, bu fenomen ve prosesüslerin asli veçhelerini ve vasıflarını genelleştirme imkanını sağlar… Çeşitli objelerin,  Kavramlar halinde sınıflandırılması ve genelleştirilmesi, tabiat kanunlarını bilmenin vazgeçilmez bir şartıdır. …Her Kavram, o kavramın realiteden bir sapma olarak tezahür etmesine yol açan bir soyutlamadır ” Aynı sözlükte Kavram’ın kapsamı ve muhtevası şu şekilde açıklanır;                “ Kapsam, bir kavram’da genelleştirilmiş objeler sınıfını ifade eder; muhteva ise objelerin belli bir kavram içinde genelleştirilip sınıflandırılmasını sağlayan bir özellikler toplamıdır. Bir kavram’ın muhtevasını formüle etmek suretiyle bir sınıfa dâhil objelerde özdeş olan’ı (genel’i) buluruz.[8]

Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Sözlüğünde Kavram başlığı; “ Kavram, nesnel gerçekliğin insan beyninde yansıma biçimidir. Bundan ötürü de her kavram, doğrudan ya da dolaylı olarak nesnel gerçekliği içerir… Soyut kavramdan daha soyut kavramlara ve bu daha soyut kavramların yardımıyla da çok daha soyut kavramlara varılır. Böylelikle, kimi kavramlar artık nesnel gerçeklikle ilişkisizmiş gibi görünürler. Oysa ne kadar soyut olursa olsun ve ne kadar düşünsel bulunursa bulunsun hiçbir kavram nesnel gerçeklikle ilişkisiz olamaz. Nesnel gerçeklikten yansımıştır ve nesnel gerçekliğe dönecektir… Kavramlar her ne kadar soyutsalar da unutulmamalıdır ki daima somutla bağlantılı soyut’lardır, somuttan kopmuş soyut’lar değildir.”[9]

Büyük Felsefe sözlüğünde ise kavram tanımı şöyledir; “ Bir şeyin, bir nesnenin zihindeki ve zihne ait tasarımı; soyut düşünme faaliyetinde kullanılan ve belli bir somutluk ya da soyutluk derecesi sergileyen bir düşünce, fikir ya da ide. Soyutlama yolu ile elde edilen zihinsel tasavvur olarak kavram, ortak özellikleri paylaşan bir nesneler kompleksinin veya söz konusu nesnelerin paylaştığı ortak özellik ya da niteliklerin psikolojik ya da zihinsel temsil ya da tasarımına karşılık gelir. …en küçük ve en temel birimi olan kavram, bir sınıfın üyeleri ya da sınıfın kendisi için kullanılan isim; betimleyici bir özellik ya da bağıntıya gönderimde bulunan bir terim olmak durumundadır. …kavram düşünülebilen ve zihne bir şeyi başka bir şeyden ayırmaya imkân veren şey ya da tasarımı, nesnelerin ya da olayların ortak özelliklerini kapsayan ve ortak bir ad altında toplayan genel tasavvuru, kendisini gösteren terimle anlatılmak istenen genel fikri, kimi sözcüklerle dile getirilen ve deneyim kökenli olduğu öne sürülen, çeşitli soyutluk düzeylerindeki zihinsel içerikleri ifade etmektedir.  …insan bir şeyin tekliğini, onu başka her şeyden ayıran biricikliğini tasarlayabildikten başka, tek ve biricik olanlara ortak olan özellikler yardımıyla, aynı tek ve biricik olanlar için geçerli olan bir genellik de tasarlayabilir. Kavram denilince de anlaşılması gereken işte bu ikinci tasarımdır.[10] (tüm vurgular bize ait)

Tüm bu tanımlardan Kavram için ortak olarak şu belirlenimleri çıkarabiliriz; Kavram, sözlüklerin, dışımızdaki ‘tekil’ dediği şeylerin, ortak özelliklerinin, bilinçte soyutlanması ve genellenmesi ile oluşturulan, soyut tasavvurlardır. Şeylerin nesnel alana, kavramlarının ise bizim zihinsel ve algısal öznelliğimizin alanına ait olarak tanımlanmasının getirdiği bu ayrılıktan kurtulmak için de şöyle eklemeler gerekli ve yeterli görülmüştür; kavramlar, nesnellikten ayrı görünen soyutlamalar gibi dursa da, kavram, nesnesine bağlıdır, onu yansıtır ya da kavramlar,  her ne kadar soyutsalar da, somutla bağlantılıdırlar, onu yansıtırlar, somuttan kopmuş soyut değillerdir.

Aynı sözlükler, kategorileri de kısaca, bilincin, zihnin yaptığı soyutlamanın ilkeleri olarak,  şeyleri ayırma imkânı veren sınıflama, şeyleri öbekleme imkânı veren sınıflama tarzı olarak sunarlar. Yani onlara göre kategoriler, düşünsel alanın genelleyici soyutlayıcı araçları, tasavvurlarıdır. Dolayısıyla kavramlar, bilincin soyut ve genelleri, kategoriler ise bilincin soyut genellemeyi yaptığı, soyut geneller olarak tariflenirler.

Ekonomi politik tartışmalarda konunun hayatiliğini görmek için birkaç önerme sunalım. ‘Finans sermayesi bir sermayedir’, ‘plazada çalışan Ahmet bir işçidir’; bu örnek önermelerde, genel, evrensel ya da önermedeki konumuyla tümel olan ‘sermaye’ ve ‘işçi’ kavramları aklımıza ait soyutlamalar mıdır?  ‘İşçi’ ve  ‘sermaye’ kavramları, tek tek ve değişik biçimlerde bulunan işçilerin ve sermaye çeşitlerinin, belli ortak özelliklerinin genellenmesi ile oluşturulmuş, ‘soyut’, ‘akla ait’ sınıflamalar mıdır? Bu sorulara yukarda değindiğimiz sözlük yaklaşımının ‘evet’ dediğini görüyoruz.  

 Çubukçu’nun da, kavramı ve kategoriyi, somuttan kopmamış, onunla bağlantılı ‘soyut genel’ olarak tanımladığını geçen yazımızda açmıştık. Çubukçu, bu ‘biçimsel’ tanımlar sonucunda oluşan ayrımı gidermek için sözlüklerin kullandığı, ‘nesne ile kavramı bağlıdır’ sözü yerine ise, nesne ile kavramı arasında ‘evrensel bağıntılılık’ olduğunu söyler.

Düalizm

Biçimsel mantık içinde kalan düşünüşün, nesnenin, soyut genel olarak bilincin içinde tanımlanan kavramı ile bizzat nesneyi, iki ayrı kutupta bıraktığı bu duruma, düalizm ya da ikicilik deniyor. Bu zeminden yükselen soru elbette bu iki ucun ilişkisinin ne olduğu ya da nasıl kurulduğu. Kısaca ve kabaca söylersek, bu ilişkinin iki ayağı için iki yaklaşım sunulabilir. Birincisi; nesneler üzerinden hareket eden ve onlardaki belli özellik ve nitelikleri, tümevarım metoduyla birleştirerek genel, tümel, soyut kavrama ulaşıldığını öneren yaklaşım. İkincisi; genel, tümel önermenin, ya somut bir varoluş olarak ya da a priori olarak bilinçte bulunduğunu ve ondan yola çıkarak tümdengelim yoluyla nesnelerin belirlenimlerine ulaşılacağını öneren yaklaşım. Bir de üçüncü bir yaklaşımdan daha bahsedelim; tümevarımın ve tümdengelimin diyalektik mantıkla bağdaşmadığını bilerek hareket eden bu üçüncü düşünce şekli, nesne ile kavramının ilişkisini bu iki yaklaşım dışında tarif etmeye çalışır. Bir yandan kavramın nesnelliğini söyler, diğer yandan bu nesnelliği bilincin içinde, salt bilince ait bırakır. Kavram ile nesnesinin ilişkisi için, Çubukçu; ‘evrensel bağıntılılık’, Ollmann; ‘içsel ilişkiler felsefesi’ derken[11], sözlüklerdeki tarifler ise, nesne ile kavramının sadece bağıntılı olduklarını ilan etmeyi yeterli görür vb.. Sonrada bu yaklaşımlarının, tümevarım ve tümdengelime düşmediğine olan inançları ile ilişkinin açıklanmasına girişirler. Sorunun, ilişkiyi açıklamaya girişmeden önce, üstünde durdukları zemin olan, nesne ile kavramına bakışları olduğunu göremezler.

Oysa nesne ve kavramına aşağı yukarı bu düalizm içinden bakan Descartes, nesne ile kavramının birleştirilmesi bir yana, birbirleri ile komşu bile olamayacaklarını söylemek zorunda kalmıştır. Kant, kavramların nesnel olduklarını görmüş ancak kavramları gene de bilincin alanında bırakmıştır, nesnel dediği kavramı, öznelin alanında kılmaya devam etmiştir. Bu yüzden de ikiciliğin zemininden çıkamamıştır. Kant, düalizmin zemininde, bu iki ucun, ikisinin de ayrı ve meşru alanlar olacağını ancak birbirleri ile ilişkilenemeyeceğini ifade etmiştir.  Ama Kant ve Descartes, bulundukları zeminin sonuçlarını görebilecek dehaya sahiptiler. Ancak günümüzde ‘ilişkili’, ‘bütün’, ‘bağlı’ demenin yeteceği konusunda boş bir inanç hâkimdir.

Biçimsel Mantık

 Eleştirimizin merkezi olan, ‘biçimsel mantık’ teriminin açılımı için,  Çubukçu’nun önerisi olan Lenin’in Felsefe Defterlerinden yararlanalım. Aynı zamanda, Felsefe Defterleri’nde Lenin’in çokça incelediği Hegel, ‘kavram’ konusuna nasıl yaklaşmış ona da kısaca bakalım. Hegel’in diyalektik olan fakat çok yaklaşmasına rağmen materyalist olmayan ve bu yüzden kendinden öncekilere göre oldukça derinlemesine eleştirdiği idealist görüşü sonunda benimsediğinin bilincinde olarak bakmalıyız. Bu konuda Lenin’in kılavuzluğu çok yardımcı olacaktır.

 Hegel, kavram öğretisini, üç bölüme ayırıp inceler; birinci bölüm ‘öznel ya da biçimsel kavram öğretisidir’. Bu bölüm yukarıda sözlüklerden alıntıladığımız kavram tanımlarına aşağı yukarı denk düşer. Yani yukarıda sözlüklerden alıntıladığımız ve Çubukçu’nun tanımlamasına da uyan, “kavram” tanımları topyekûn yanlış değildirler ancak biçimsel bakışa hapsolmakla maluldürler. Hegel bu biçimsel kavram tanımlamalarını ‘anlak’ kavramı olarak ya da sıradan mantığın kavrayışı olarak niteler. Bu tanımlar nesnenin bir ‘nosyonunu’ bize sunarlar ancak nesnel gerçekliği açıklamak konusunda yetersizdirler. İkinci bölüm; ‘nesnellik öğretisi’ bölümüdür. Hegel burada, aklın, mantığın alanına nesneyi ve nesnelliği sokar. Kavramın nesnesini, kavramın kendisi ile diyalektik bir birlik içinde ele alır. Pozitivizmin bakışına göre epistemolojinin içine ontolojiyi sokarak, olmayacak bir günah işler. Üçüncü bölüm; ‘özne-nesne, kavram ve nesnelliğin birliği, saltık gerçeklik öğretisi, ideadır’[12].  Üçüncü bölüm yukarıda da bahsettiğimiz nesne ile kavramının diyalektik olarak birlikteliğinin tarif edildiği bölümdür. Burada ulaşılan kavram tanımının ‘ussal kavram’ı içerdiği belirtilir. Yani ilk aşamadaki anlak tanımının yerini burada, ussal tanımı almıştır.  Tesadüf değildir ki Lenin, İdea bölümü hakkında “… bu bölüm hiçbir spesifik idealizm’i içermemekte; tam tersine, bölümün temel konusu diyalektik metod.” der. Aynı yerde Hegelin Mantık kitabı için de şunu söyler; “Hegel’in yapıtları arasında en idealisti olan bu kitap, öbür yapıtlarına oranla, en az idealizmi ve en çok maddeciliği içeren kitap. ‘çelişkin’ bir şey bu, ama gerçek!”[13]. Hegel’in, aslında ayrı da olamayan bu üç adımda gerçekliğe ulaşmasının tersine, anlak mantığı yani biçimci mantık anlayışı, birinci aşamanın içinde kalır ve gerçeğin bilgisini bu aşamanın içinde arar. Bu kaçınılmaz olarak düalizmi ve gerçeğin çok uzağında olan sonuçları üretecektir.

Hegel kavram ile nesnesinin ya da öznellik ile nesnelliğin ilişkisini açıklarken, günümüzde koşulsuzca tabi olduğumuz, ikicil bakışın zeminini ‘sıradan mantık’ olarak mahkûm eder. Yani örneğin, ‘elma’ ile ‘meyve’nin birliğini anlatmadan önce, onları baştan ayrılıkları içinde gören ve elmaya ‘nesne’, meyveye de ‘düşünsel bir soyutlama’ olarak bakan zemini yanlışlar. “Sıradan mantıkta… düşünce salt öznel ve biçimsel bir etkinlik olarak, ve nesnel olan, düşüncenin karşısında duran ise kalıcı ve kendi için bulunan bir şey olarak geçerlidir. Ama bu ikicilik gerçeklik değildir ve öznellik ve nesnellik belirlenimlerini böyle doğrudan doğruya alarak kökenlerini sorgulamayan bir düşüncesizlik tutumunu anlatır.[14] Açıkça görüyoruz ki; ‘nesnel olan’ı,‘düşüncenin karşısında duran’, ‘kalıcı ve kendi için bulunan bir şey’ olarak görmek ve bunun karşısında ‘düşünce’yi, bu nesnel olanı anlayan ‘salt öznel ve biçimsel bir etkinlik’ olarak görmek, gerçeklikle bağdaşmayan, ikicil bir görüş oluyor. Üstelik bu ikicillik gerçekliği ifade etmiyor. Gerçekliğin peşine düşmek için önce bu alanı terk etmek gerekmekte. Yani, kolaycılıkla yaptığımız, nesne ve karşısında nesneyi anlayan bilinç ikiliğinin içinde kalıp, sonra da onların bağlı olduğunu, nesnenin bilgisinin dolayımlı olduğunu vb., anlatma çabalarını sorgulamamız gerekiyor. Bir not olarak ekleyelim, nesne ve kavramının, bağlı olmadıklarını ve dolayımsız olduklarını söylemiyoruz, bu ikilik zemininde söylenen bağlılık ve dolayımın, doğru şeyi ifade etmediğini söylemeye çalışıyoruz.

 Hegel’in sıradan mantık dediği bu zemini aştıktan sonradır ki tikel ile tümelin, öznel ile nesnelin birliğini anlatmak anlamlı ve olanaklı hale gelebilir. Aksi takdirde ayrılıkları içinde birliklerinden bahsettiğimiz bir öznel-nesnel ilişki tarifine düşülür ki, bu en fazla eklektik bir birlik tarif edebilir. Bu ayrımcı zeminin kaldırılışından sonra (bir tikel içerik olarak) ‘elma’ ile    (bir tümel, evrensel içerik olarak) ‘meyve’nin ilişkisini örnek olarak aklımızda tutarak  Hegel’den şunları okuyabiliriz; “ …saltık idea evrenseldir, ama yalnızca karşısına tikel içeriği yabancı bir şey olarak alan soyut biçim olarak evrensel değil, tersine içine tüm belirlenimlerin, onun yoluyla koyulmuş içeriğin bütün bir doluluğunun geri döndüğü saltık biçim olarak evrenseldir.”[15] Bu sözlerden, aslında yaptığımızın, tikel ile tümelin nasıl ilişkili olduğunu görmek değil,  tikel-tümel birliğinin ve bütünlüğünün, bize nasıl ayrıymış gibi gözüktüğünü anlamak olduğunu görürüz. Elbette burada, kavram ve nesnesinin aynı şey oldukları idda edilmemektedir. Biçimsel mantığın tanımladığı şekilde bir ayrılıklarının olamayacağı ifade edilmektedir.

Sözlüklerden alıntıladığımız biçimsel kavram tanımları ile hareket ederek, tikel ile evrenselin bağlılığı ya da dolayımlı birliği için, kaç paragraf yazılırsa yazılsın,  ilişki bu zeminde açıklanamaz olarak kalır. Bu ikicil-düalist zemin aşıldıktan sonradır ki bu ilişki tartışılabilir hale gelir. Hegel’den son olarak bir paragraf alarak bunu biraz daha görünür kılmaya çalışalım; “…Kavramlardan söz edildiği zaman göz önüne getirilen şey genellikle salt soyut evrenseldir, ve buna göre Kavram çoğu kez genel bir tasarım olarak tanımlanır. Böylece renk, bitki, hayvan vb. kavramlarından söz edilir, ve bu kavramların değişik renkleri, bitkileri, hayvanları vb. birliklerinden ayırdeden tikelliklerin uzaklaştırılarak tümüyle ortak olan öğelerin korunması yoluyla ortaya çıktıkları düşünülür. Bu anlağın kavrama yoludur ve duygu böyle kavramları boş ve kof olarak, salt şemalar ve gölgeler olarak bildirmekte haksız değildir. Bununla birlikte Kavramın evrenseli tikele karşı kendi için kalıcılığını taşıyan salt ortak bir öğe değildir; tersine, o kendi kendisini tikelleştiren(belirleyen) ve kendi başkasında eksiksiz bir duruluk içinde kendi kendisinde kalandır. Yalnızca ortak olanın gerçekten genel olanla, evrensel ile karıştırılmamasının bilgilenme için olduğu gibi kılgın davranışlarımız için de büyük bir önemi vardır. …Gerçek ve kapsamlı anlamıyla evrensel öyle bir düşüncedir ki, insan bilincine girişinin binlerce yıla patlamış olduğunu söylemek gerekir.[16] Gerçeğin ve kavramın bu şekilde anlatımının, sözlük tanımları ve Çubukçu’nun tanımlarından oldukça farklı olduğu görülmektedir. Biçimsel, anlak kavramı, bize ‘yalnızca ortak olanı’ yani nosyonu gösterirken, ussal kavram ‘gerçekten genel olanı, evrenseli’ ifade eder. Peşinde olduğumuz da ‘insan bilincine girişi binlerce yıla patlamış olan’ ussal kavram olmalıdır.

Bu eksende de, Çubukçu’nun kitabına Mustafa Bayram Mısır’ın yönelttiği ‘Hegel’ci bakış açısının hâkim olduğu bir çalışma’ olduğu yönündeki eleştirisinin[17] ne denli yanlış olduğunu da görebiliyoruz. Çubukçu’nun bakışı tartışılabilir ama kitabında Hegel’e ayırdığı büyük yere karşın, yazdıklarının Hegel’ci bir içeriğe sahip olduğu söylenemez. Mustafa Bayram Mısır’ın bu eleştiriyi, muhtemelen, pek yaygın olan, materyalizmi Hegel’den korumak güdüsü ile yaptığı düşünülebilir. Lenin’in “ Hegel’in Mantık’ının tümü iyice incelenmeksizin ve anlaşılmaksızın, Marx’ın ‘kapital’ini ve özellikle de ‘kapital’in bölüm 1’ini bütünüyle anlamak olanaksızdır. Şu halde hiçbir marksist, ondan yarım yüzyıl sonra bile, Marx’ı anlamış değildir.[18] sözleri varken, Hegel çekincesini yeniden düşünmek gerekir.

Lenin’in şu sözlerini okuyalım; “En basitinden, alışılmışından, en yığın halinde yaygınından, vs. herhangi bir önerme’den başlansın işe: ağacın yaprakları yeşildir, Jean bir insandır, Medor bir köpektir, vs. Diyalektik (Hegel’in dahice belirtmiş olduğu gibi)zaten daha burada vardır; tikel, genel’dir… Demek ki karşıtlar (tikel, genel’in karşıtıdır), özdeştirler: Ancak genel’e götüren bu bağ içinde var olmaktadır tikel. Genel de ancak tikel’in içinde, tikel dolayısıyla vardır. Her genel, bütün tikel nesneleri ancak yaklaşık olarak içinde barındırır. Her tikel eksik olarak girer genel’in içine, vs.[19]  Genel, evrensel, yazının başındaki sözlük tanımları gibi, tikellerin soyutlanması ile oluşturulmaz, tikel ve genel, birbirlerine göre değil, birbirleriyle açımlanabilir. Dolayısıyla diyalektik materyalist, tümevarımcı veya tümdengelimci olamaz ama bunu sağlayan şey, bu yollardan sakınması değil, bulunduğu zeminin böyle bir seçenek içermemesidir. 

Genel’i, evrensel’i, düşüncemizin yarattığı bir öznel etkinlik, bir soyutlama olmaktan çıkardıktan sonra yani onu sözlüklerdeki ‘biçimsel’ tanımından sıyırdıktan sonra, nesnel ile öznelin gerçek ilişkisine gelebiliriz. Tikel ile evrenselin, ilişkisinin, özeşliğinin ilkelerine yani kategorilere bakabiliriz. Tikel, nesnel bir ‘elma’nın, tümel, kavramsal bir ‘meyve’ ile nasıl özdeş olduğunu, bu iki ucun ilişkisinin ilkeleri olarak kategorilerin oluşumunda görebiliriz. 

Bu yolda Hegel, Lenin’e göre “nesnel idealizmin maddeciliğe dönüşümünün ‘arefesinde’” olduğu bir aşamada, şunları söyler; “İşin temeli, burada kavram… kendinin bilincinde olan anlayış gücünün, öznel anlayış gücünün edimi olarak değil; doğanın olduğu kadar zihninde bir derecesini meydana getiren kendinde ve kendi için kavram olarak göz önüne alınmalıdır.[20] Kavram, bir bilen öznenin bilişi, öznel bir anlayış süreci değildir, o zaman kavramda ortaya çıkan nesnel, doğal olan şey nedir? İlk yazıda Marx’dan alıntıladığımız bölüme gönderme yaparak devam edelim[21], insanlar bir kuramsal, kavramsal belirlenimde bulunarak yani karşılarındaki nesneyi, edilgin bir süreçte tariflenen şekilde ‘anlayarak’ işe başlamazlar. Onlar yiyerek, içerek yani etkin daranışlarda bulunarak başlarlar. Bu, yeme, içmenin bilinçsiz canlıdan farkı, bir niteliksel sıçrama olarak bilinçli canlının varlık koşullarını ‘üretmeye’ başlamış olmasıdır. Lenin’in deyişiyle “nesnel dünyayı sadece yansıtmakta kalmaz insan bilinci, yaratır aynı zamanda[22] ve bu edimdir ki, insanın doğal çevresinin aynı zamanda onun ürünü olması gerçeğidir. Yani nesnellik insanın karşısında, insanın varoluşunu ürettiği etkinliğin ürünleri olarak bulunur. Bu etkinlik ürünlerinde yani nesnelerinde, etkinliğin bilinç bileşiminin ‘biçimleri’ni de oluşturmuştur. Bu biçimler, ilk yazıda daha ayrıntılı tanımlamaya çalıştığımız kategorileri oluşturur.

Kategoriler

İlk yazımızda, kategorileri açarken(vurgular bu yazıda yapıldı) “..doğayı anlayan bir bilinçten değil, doğayı dönüştüren bir yaşamsal etkinliğin, “bilinçsel bileşeninden” bahsedebiliriz. Etkinliğin bilinçsel bileşeni, yaşamsal etkinliğin sonucu olan nesnelerin üzerinde bırakılmış izler, “biçimler” olarak görünür. Bu biçimler, bilincin nesnelerdeki “biçimleri” olan kategorilerdir.” demiştik. Gene ilk yazıda birkaç satır sonra; “ nesneyi genel anlamda niteleyen kategoriler, bir yanlarıyla nesnenin, nesnel yönü olarak görünürken diğer yandan bilincin içinde kalan kavramlar olarak görünürler. Kategorilerin bu iki yanlılıklarının birliğini sağlayan, onların insan eyleminin “tarihsel, toplumsal etkinliğin” bilinç “biçimleri” olmasından geçer. İnsan eyleminin, düşünsel yönünün, eylemin ürünlerinde görünen “biçimleridir”. Yani bilincin biçimleri olarak nesnelerde gördüğümüz belirlenimlerdir.”[23] diye eklemiştik.   Bu bölümden Çubukçu, bizim kategorileri salt ‘nesnenin taşıdığı’ belirlenimler olarak gördüğümüz sonucunu çıkarmış. ‘İnsan pratiği’ kavramına dikkat etmediğimizi düşünmüş. Biçim terimini her defasında tırnak içine almamıza rağmen, kategorileri ‘nesnenin şekilleri’ olarak gördüğümüzü, bir şekil olarak ‘nesneye yapışık ve görünür şeyler olarak tanımladığımızı düşünmüş. Ve yukarıdaki sözlerimizi yanlışlayan Çubukçu, kategorileri şöyle tarif etmiş; “kategoriler, ne yalnız başına maddede, ne de yalnız başına insan bilincindedir! İnsan ve nesne arasındaki pratik ilişkiden doğarlar.[24] Yukarıdaki alıntılarımızdan da görülebileceği gibi, biz de bu kanıdayız ve üstelik bunu diyalektik olarak açıklamaya çalışıyoruz. Okuyucu alıntıların daha genişini ilk yazımızda bulabilir. Bu eksende kategorileri salt nesnenin taşıdığı görünür şekiller, biçimler olarak anlamadığımızı tekrar etmek gereksiz. Ancak bir şeyi tekrar etmek gerekli, o da hepimizin ağzında olan o büyülü ‘pratik’ sözünün içeriği. Ayrıca, bu eksende, ‘bilincin biçimleri’ terimine biraz daha değinelim.

 Pratiğin Rolü

Yazımızın başından beri belirttiğimiz düalist bakış ‘insan pratiği’ kavramına nasıl yaklaşır? Eğer, nesneler karşısında duran ve onları anlayan bir bilinçten bahsediyorsanız, yani nesnelerin genel özelliklerini ortaklaştırarak ve soyutlayarak onları bilincine taşıyan bir bilinçten bahsediyorsanız, bu koşullarda ‘insan pratiği’ kavramı, nesneler ile kavramlarını birleştirmek bir yana, onları ayıran bir unsur haline gelir. Çünkü daha başlangıçta, doğal olarak nesnel olan etkinliğiniz ile bu etkinliğinizin düşünsel genellemesi olarak gördüğünüz bilincinizi, ayırmış olmanın yanılgısı ile başlarsınız işe. Dolayısıyla pratiğin birleştiriciliğinden bahsettiğiniz her aşamada, pratiği ile bilen veya bildiği ile pratik yapan ayrımı içine düşülür. İnsanın, doğanın karşısında, bilinci ile var olmuş ve sonra da adım adım doğayı anlamış ve dönüştürmüş olduğu yönlü bir yanılgılı bakışın sonucudur bu. Bu başlangıç bize, bu şekilde bakıldığında asla birleşemeyecek iki uç vermiştir ve ne denli çabalasanız da bu uçlar artık sıralı bir ilişki, eklektik bir birlik dışında bir bütünlüğü ifade edemezler. Bu ikiliği yaratmayan anlayış nasıl olmalıdır? Marx ; “herkes bilir ki insanal göz, insan-olmayan, kaba gözden başka türlü görür, insanal kulak, kaba kulaktan başka türlü işitir, vb.”[25] derken, insanlar gördüklerini bilinçlerinde işlerler, oysa bilinçsiz canlılar işleyemezler, farkı da bu yaratır, demez. Bu farkı, şu şekilde açıklar Marx; “gözün insan gözü haline gelmesi ancak toplumsal, insani bir nesnenin, insan için insan tarafından yapılan bir nesnenin gözün nesnesi haline gelmesiyle olmuştur.”[26] Anlıyoruz ki, kaba göze sahip diğer canlılardan farklı olarak, biyolojik, doğayla dolayımsız bir ilişki kuran diğer canlılardan farklı olarak, yeni bir varoluş pratiği sergilemeye başlayan insan, bu varoluş pratiğinin nesneleri karşısında ilk defa bilinçli görür, bilinçli gören göze sahip olur. Bu görmenin, biyolojik, kaba görmeden farkı, arkasında bilinç olması değildir, tam tersine bilinç, varoluşsal pratik etkinlikle oluşmuştur. İnsanlığın biyolojik varoluşunun üstüne yükselen bu yeni varoluşsal pratik, bize yaşamsal etkinliklerimiz ve yaşamsal bilincimiz olarak iki ayrı yapıymış gibi gözükür. Ancak görüntüye aldanmamak gerekir. Görüntüye aldanan ve çok bilimsel olduklarını düşünen ampiristlerin, pozitivistlerin yanılgılarının temeli buraya yaslanır.

Buraya bir parantez açıp, insanın pratik etkinliğinin ürünleri ile ilgili olarak söyleyelim ki, insanın varoluşsal pratiği bir bütün olarak içinde var olduğu doğadadır. Yani bu varoluşu sadece ürettiği ok ve yayda değil, yön bulmak için kullandığı yıldızlarda da görürüz. Mekanik bir algı, insanın fiziksel olarak değiştirmediği hiçbir şeyde bu varoluş pratiğini göremez. Oysa çağımızda, Marx’ın dediği gibi, Pasifikte belki şu anlarda oluşmuş birkaç yeni volkanik ada dışında doğanın tamamı bu varoluş pratiğinin içindedir. İnsanın varoluş pratiğini ve dolayısıyla bu pratiğin ürünlerinden biri olan, bilincin ‘biçimlerini’, fiziksel olarak değiştirilmiş nesnelerde gördüğümüz kadar, elimizin ermediği yıldızlarda da görürüz. Bu yüzden, biz kategorileri tariflerken kullandığımız bilincin ‘biçimleri’n deki ‘biçim’i bu mekanik algının oluşmaması için tırnak içine alıyoruz.

Bu açıklamalardan sonra size Çubukçu’nun kitabından kısa olmayan bir alıntı sunalım; “Öyleyse bilgi nesnesi olarak gerçeklik, doğadan üretim ile koparılmış, pratik tarafından dönüştürülmüş bir nesnelliktir. Herhangi bir nesnenin üretilmesi, doğal hammaddenin kendi bağlantılarından koparılması, bir kısım bağlantıların yeniden ve değişik tarzda, yerlerinin veya sıralarının değiştirilerek bağlanması anlamına gelir. Demir cevherinin bir lokomotif haline gelmesini düşünelim: cevher topraktan çekilip alınmakla, doğal bağlantılarından, etkileşmelerinden koparılmış olur. Aynı anda, yeni ve farklı nitelikte bağıntılarla donatılmaya başlar. Dövülen, dökülen, çelik haline getirilen demir, bir yandan sayısız ve sonsuz doğal bağıntısından ayrılmış ve özel bir bağıntılar bütünü olarak yeniden anlamlandırılmıştır; diğer yandan da sürecin bilgi nesnesi olarak, başka pek çok nesnenin soyut sistemi ile bağlanmıştır. Doğada bulunmayan, ancak toplumsal ve tarihsel pratik tarafından yaratılıp biriktirilmiş olan birçok ürünle, yeni varoluş biçimleriyle karşılaştırılmış ve ilişkili kılınmıştır. Örneğin mekanik ve ısı hakkındaki fizik bilgilerinin üretiliş süreçlerinin sonucu olan denetlenmiş buhar gücü ile demirin dönüştürülmesi süreçleri birbirine bağlanmış, bütün bunlara, toplumsal kuruluşun belli bir düzeyine denk düşen insan ihtiyaçları biçim ve yön vermiştir. Böylece demir, devrimci insan etkinliğinin sonucunda “insanlaşmış bir doğanın” nesnesini oluştur. Bütün bu süreç, hem dönüştürücü insan faaliyetinin sınırlayıcı ve sınıflandırıcı işlemlerini, hem de bu sınırlanmış ve sınıflandırılmış ilişkilerin yeni bir düzeyde, mantıksal düzeyde de yeniden üretilmesini içermektedir.” Bu anlattıklarını açmaya başladığı ilk paragraf da şöyle;         “Herhangi bir insanal müdahale olmaksızın doğa, sonsuz, sınırsız bağıntıların ve karşılıklı etkileşmelerin oluş halindeki sistemidir. Duyularımız bu sistemi, olduğu gibi, bütün zenginliği ve karmaşıklığı ile değil, özel ve sınırlanmış bir alan halinde, ilgi ve ihtiyacımızın çerçevesini çizdiği, ayrılmış, bölünmüş özel bir bütünlük içinde karşısında bulur.[27]  Doğadan kopardıkça bilen, bildikçe koparan, bilincinin verdiği öncelikle, ilgi ve ihtiyaçlarınca algılayan, etkinliği ve bilinci tam anlamıyla sıralı bir birlikle ele alan bu örnek, Çubukçu’nun bulunduğu düalist zemin için kaçınılmazdır. Çubukçu için, etkinlik, ‘sınırlar’ ve ‘sınıflar’, ardından bilinç,  bu sınırlama ve sınıflamayı edinir. Bu sıralı süreç tarifini eleştirmemizi ise, Çubukçu,  “ Öztaş, bunu “önce pratik sonra bilinç” gibi bir sıraya koyma olarak anlıyor ve eleştiriyor.[28] diyerek yersiz buluyor.

Tümel Ve Tümdengelim

Çubukçu yazısında, “ Öztaş, Marx’ın kategorilerinin tümdengelim için kullanılabileceği kendi varsayımına dayanarak, ‘ Çubukçu’nun iddasının aksine, Marx’ın kategorileri tümdengelimli bir çıkarıma, herhangi bir ülkenin somut gerçekliğini türetmek için uygundur’ iddasında bulunuyor. Tek kelime ile cevaplıyorum, değildir! Marx onu, buradan yola çıkıp tümdengelimle kendi ülkenizi de böyle yorumlayın diye vermemiştir elimize.[29] diyor. Gerçekliğin tümdengelimle oluşturulabileceğini hiçbir materyalist idda etmez. Söylediğimizi daha iyi açıklayabilmek için, ilk yazımızda Çubukçu’nun kitabından alıntıladığımız bölümü biraz genişletelim. Çubukçu der ki; “Diyalektiğin kategorileri, üzerine kuruldukları tarihsel birikimi dolayısıyla ve ‘ağın bilinmesini mümkün kılan düğüm noktaları’ olma özellikleriyle, kendilerinden tümdengelimli çıkarsamalar yapılabileceği kanısını verirler. Biçimsel tanıtlama ya da daha alt kavramların tümdengelimle kendilerinden türetilmeleri için, hiç de herhangi bir metafizik ‘tümel kavramdan’ geri kalmazlar. Ne var ki, sorun kategorilerin böyle bir içeriğe sahip olup olmamaları değildir. Kaçınılması gereken esas nokta, yolun kendisidir. Tümdengelim yolunun, yeni bir şey öğretmediği, zaten bilinen bir sonucu, kurallara uygun olarak açıklamaktan ibaret kaldığı şeklindeki eleştirileri hatırlayalım. Böyle tikel ile tümel, ya da tarihselle mantıksal arasında bulunan bağ, yalnızca kategorilerin içeriğinde ‘örtük’ olarak bulunduğu farz edilen bir bağın, örnekleme yoluyla açığa çıkarılmasından başka bir şeyi ifade etmeyecektir.” Bunları söyledikten sonradır ki ilk yazımızdaki eleştirimizin ekseni olan saptamayı yapar; “Marx’ın İngiliz Sanayi Kapitalizmi üzerindeki çalışmalarının sonucu olarak kurduğu iktisadi kategorilerin, tümdengelim için elverişli tümeller olarak anlaşılması sonucunda, ondan herhangi bir ülkenin somut gerçekliğinin üretilebileceğini sanan, fakat bunun mümkün olmayışı karşısında suçu kategorilerin içeriğinde arayan ve revizyon ihtiyacını öne süren pek çok ‘teorisyen’ görüle gelmiştir.[30]

Çubukçu, Marx’ın, İngiliz kapitalizmini inceleyip, oradan yola çıkarak, soyutlamalar ve genellemeler yapıp ‘kapitalizm’ genelini, tümelini oluşturduğunu düşünüyor. Gerçi Çubukçu için, ‘tümel bilgisi’ terimini kullanmak sorun olduğundan, ‘dolayım’ ve ‘bağıntılarını’ oluşturduğunu düşünüyor da diyebiliriz. Doğal olarak böyle oluşturulmuş bir genelin, tümelin,(ya da dolayım ve bağıntıların) sadece oluşturulduğu tikel olan İngiliz kapitalizmini kapsayacağı ve diğer kapitalizmlerin, Marx’ın ulaştığı genel kavram ve kategorileri kullanarak içinde bulundukları kapitalizmi anlamaya çalışırlarsa yanılacaklarını idda ediyor. Böyle bir şeyi söylemek için yukarıda anlattığımız tikel ile evrenselin ayrılıklarına inanan, nesnel durumların ve ortak özelliklerinin soyutlanması ile aklında tümellikler yaratığını düşünen bir ikicil anlayışın içinde olmak gerekir. Bu yanlış bakışa karşı, yukarda Hegel’den alıntıladığımız bir bölümü tekrar gözden geçirelim; “Kavramın evrenseli tikele karşı kendi için kalıcılığını taşıyan salt ortak bir öğe değildir; tersine, o kendi kendisini tikelleştiren(belirleyen) ve kendi başkasında eksiksiz bir duruluk içinde kendi kendisinde kalandır.[31] Buna ek olarak, Lenin alıntısının söylediğini kısaca hatırlayın, tikel, tümelsiz olamaz ve tümel de tikelsiz görünemez. Yani Marx’ın önünde, İngiliz kapitalizmi (tikelliği), kapitalizm (tümelliği) ile bütünlükle durmaktadır. Kapitalizmi içermeyen bir İngiliz kapitalizmi, ya da İngiliz kapitalizmi olarak görünmeyen bir kapitalizm olamaz. Bu sayededir ki Marx, İngiliz kapitalizmini inceleyip, kendisine kadar bulunamamış bir ‘kapitalizm’ soyut tümeline ve bunun yanında ‘sermaye’, ‘değer’ gibi kavram ya da kategorilere ulaşmamıştır. O karşısındaki gerçekliği incelediğinde tikel ile tümelin birliği içinde, doğuşunun, hareketinin yasalarına ulaşmıştır. Ulaştığı şey kapitalizmin gerçek bilgisidir. Bu, ‘kapitalizm geneli’, ‘tikel kapitalizm’lerden soyutlama ile çıkarsanmadığı için, diyalektik çelişkiler barındırır. Aynı zamanda ‘tikel kapitalizmler’, ‘kapitalizm genelinden’ çıkarsanmadığı için, öznellikler ve farklılıklar barındırır. İngiliz kapitalizmi, Hindistan kapitalizmi, Türkiye kapitalizmi, tikellikler olarak, kapitalizm tümelinin içindedirler. Ancak bu onların tümden gelim ile açıklanarak oluşturuldukları anlamında değildir elbette. Bu tarz bir düşünüş ancak tümel ile tikeli ayrılıkları içinde tanımlayan yaklaşımın ürünüdür. Bu süreçlerin kuramsal çözümlemesini yazı boyunca açmaya çalıştık.    

Çubukçu’nun, cevap yazısında, ‘diyalektik tümeli kurmak hiç derdim değildi’ cümlesinde ifade edilen tümeller, bizim derdimizin seçimleriyle oluşmazlar. Biz onları defalarca tekrarladığımız gibi nesnelliklerin soyutlaması ile aklımızda oluşturmayız. Tümeller ile tikeller gerçekliğin kendisi olarak birlikleri ile dikilirler karşımıza. Diyalektik materyalist anlayış, tümel ve tikellerin metafizik açıklamalarının karşısında durmak ve tümellerin diyalektik anlamlarını ve onların tikeller ile ilişkisinin diyalektik materyalist anlamını sunmak zorundadır. Çubukçu’yu burada rahatsız eden şey, tümeli açıklama çabasının onu tümdengelimci ya da tümevarımcı yere taşıyacağını düşünmesi. Aslında bu kaygısında, bulunduğu düalist zemin yüzünden haksız da değildir. Ancak bu kaygı yüzünden Çubukçu, Marx’ın kategorilerini, tümel ve evrensel kavramlarını, tümdengelime yol açmaması için, dönemlerine ve ülkelerine hapsetmek durumunda kalıyor. Marx’ın kurduğu iktisadi kategorileri, İngiliz kapitalizmi dışında kullanmak, Çubukçu için, tümdengelimci bir yaklaşımda bulunmak anlamına gelme riski taşıyor. Bu yüzden bu genellerin, evrensellerin, bir dolayım ve bağıntı olarak anlaşılmasını ve İngiliz kapitalizmi dışındaki kapitalizmler için de, bu şekilde değerlendirilmesini öneriyor. İlk yazımızda daha açık belirttik, Marx’ın kategorileri, bu bakış içinde, bırakın diğer kapitalizmleri, İngiliz kapitalizmine bile uyumsuzdur. Çünkü Çubukçu’nun içinde durduğu zemin, nesnelin soyutlaması ile oluşmuş kavramın, nesnesine tam uymasını ve başka nesneler için ise, onlar soyutlamanın dışında olduklarından uyumsuz olmasını öngören, biçimsel mantık zeminidir. Bize göre ise, Marx’ın kategorileri, kavramları, her kapitalist ülke, tikel farklılıklar içermesine rağmen, bu tikelliklerin tümel bütünüdür, onların içerdikleri özü ve yasalarıdır. Bu kavram ve kategoriler, İngiliz kapitalizmi dışındaki bir kapitalist ülkenin, gerçekliğini anlamaya ve bu eksende değerlendirmeye uygundur. Ancak bu Çubukçu için tümdengelimdir, çünkü tümel, onun için, tikelin dışında akılda oluşturulmuş bir soyutlamadır.

Çubukçu’nun yeniden gözden geçirmemizi önerdiği bir cümlesi var; “Diyalektiğin kategorileriyse, her şeyden önce tek başlarına birer tümel olma özelliği taşıyamazlar. Tümellik ya da evrensellik onların bağıntılı bütünlüğündedir. O bütünlük ki, mantığın kendisidir.”[32] Yukarıda açtığımız bağlamda yeniden gözden geçirince gene görüyoruz ki; elbette kavram ve kategoriler, biçimsel, formel yada metafizik mantıkların önerdiği gibi, tikellerden bağımsız bir açıklayıcı gerçeklik olarak bulunmazlar. Ama tümeller, isteyin ya da istemeyin, derdiniz olsun ya da olmasın, onlara ister dolayım ister bağıntılı deyin, en basit cümlenizde bile vardırlar. ‘Medor bir köpektir’[33]dediğiniz de tümel bir köpek kavramıyla tikel bir Medor’un, ayrılmaz bir ilişkisiyle karşılaşırsınız. Çubukçu’nun yaptığı gibi, ‘köpek’ kavramını, Medor ve benzeri köpeklerin ortak özelliklerinin soyutlaması ile bilincinizde oluşturduğunuzu (ya da dolayımlayıp, bağıntılandırdığınızı) düşünüyorsanız, tümelin tikelle birliğini açıklamak zorlaşır. Çünkü elinizle sevebildiğiniz bir Medor ile sadece aklınızda bir soyutlama olarak duran ‘köpek’ kavramı vardır. Çubukçu, Medor ile ‘köpek’ kavramının ayrılığını yaratan bu yaklaşımı sonrasında, tümelliği ya da evrenselliği, bağıntılı bütünlükler olarak ilan eder. Ancak bu bağıntılılık ilanını açıklayabilmeniz beklenir ki bu pek kolay olmayacaktır. Çünkü ne kadar isteseniz de üstünde durduğunuz halıyı çekemeyeceğiniz gibi, yarattığınız ayrılık zemininde kaldığınız müddetçe, en iyi ihtimalle eklektik birlikler dışında bir şeye ulaşmanız mümkün değildir. Kavram ve kategorileri bilincin soyutlamaları olarak görmeye eşlik eden, mantığın salt bilinç içi oluşumu ve işleyişi düşüncesi, bağıntılı bütünlüğü ‘mantığın kendisi’ olarak ifadenizi açıklayıcı kılmaz. Tersine evrensel bağıntılılığı sadece bilinç içi olarak anlamaya, yani ‘köpek’ kavramını, Medor’un varlığı dışında düşünmeye başlama yanılgılarına bile sebep olabilir. Kısaca Çubukçu’nun yeniden incelediğimiz cümlesi, yazılarımız boyunca anlatmaya çalıştığımız eleştirileri derinleştirir.

Buraya kadar anlattıklarımızdan, bir tümel kurup sonra da o tümelden, ‘öyleyse’ diyerek, tikeller üretmek gibi bir çabanın içinde olmadığımız anlaşılmış olmalıdır. Böyle bir çaba için öncelikle tikel ile tümelin ayrımları içinde bulunduğu bir düşünce yapısı taşımak gerekir ki, Çubukçu’nun eleştirilerimizi bu minvalde görmesi, kendisinin bu düalist zeminde bulunması ile açıklanabilir. Eleştirimizi açarak tekrarlayalım; Çubukçu, tikellerin nesnelliği ile bunun karşısındaki zihnin tümel kavramlarının ayrımında durur. Bu ayrımı yok etmek için tümden gelim ve tümevarımın yanlışlarına düşmediğini idda ettiği bir ilişki şekli olarak ‘evrensel bağıntılılığı’ önerir. Ancak bu düalist zemin, ayrılıkları içinde hala, tikelleri ve tümelleri önümüze sürmektedir. Çubukçu, bu aşamada, materyalist bir refleksle, düalist zeminin metafizik çözümlerini reddeder. Ancak bunun karşısında bu ikicil zemini aşmak yerine orada kalarak ya tümelleri açıklamaya çalışır ya da bu çerçevede  ‘tümellerin hiç de onun derdi’ olmadığını ifade etmeyi düşünür. Metafiziğin tümel tarifinin içine düşmemek için, tümelin, bir bağıntılılık, dolayım olduğunu belirtmekle yetindiğini görürüz. Tümelin diyalektik tanımına ulaşamaz derken kastettiğimiz budur. Çünkü kendisinin de haklı olarak söylediği gibi, aynı ikilik zemininde, metafizik tümelin karşısına diyalektik tümeli çıkarmak söz konusu değildir. Tikel ile tümelin diyalektik bağıntısı öncelikle bu ikicil zeminin terkiyle mümkün olduğundan ve Çubukçu bu zeminden ayrılamadığından ‘diyalektiğin tümelleri bağıntılıdır der, ama bağıntıyı açıklayamaz’. Yazı boyunca aktarmaya çalıştık, Çubukçu, içinde bulunduğu düalist durumu sorgulamadan, bizim, ‘Çubukçu bağıntıyı açıklayamaz’ iddamızı anlaşılır bulamamaya devam edecektir. Çubukçu, yukarıda kitabından alıntıladığımız lokomotif örneğinin, yeterince açıklayıcı olduğunu düşünecektir. Çünkü bulunduğu zeminde açıklamaya çalışmanın başka bir şekli mümkün değildir.

Tikel – Tümel İlişkisi

Çubukçu’nun Grundrisse’den yaptığı alıntı, tikel ile tümel ayrımının yarattığı sorunların ne denli büyük olduğunun örneği olması açısından önemlidir; “Üretim, bölüşüm, değişim, tüketim, kurallara uygun bir tasım oluşturur; üretim tümelliği oluşturur; bölüşüm ve değişim, tikelliği, tüketim de, bütünün sonuca vardığı tekilliği oluşturur. Kuşku yok ki, burada bir silsile vardır, ama son derece yüzeyel bir silsile…[34] Tasım, “ussal olandır ve ussal olan her şeydir[35] Biçimsel mantık için bu alıntı, elimizde tekil, tikel ve tümelden oluşan bir soyut üçleme olduğu anlamına gelir. Bu soyut duraklar, birbirlerine göre, ya da ayrı ayrı tanımlanabilir ve biçimsel mantık için böyle tanımlanmalıdır da. Diyalektik mantık için ise bu tümel, tikel, tekil varlığı, bir özdeşliğin, düşümdeşliğin, ‘yüzeyel’ bir ayrımla önümüze serilmiş halidir. Bu alıntının devamında da Marx, tüketimin üretim olduğunu ve tersini, bölüşümün üretim olduğunu ve tersini vb. anlatmaya girişir. Tümelin tekil, tekilin tümel, tikelin tümel, tümelin tikel vb. olduğunun anlatılarıdır bunlar. Ve Marx dikkatimizi çeker ki, formel mantıkla yaklaşanlar, her bir yüzeyel ayrımlı aşamayı, keskin olarak bölmeye çalışırlar. Tasımın tümelini, tikelinden veya tekilini, tümelinden ayırmaya ve bu ayrım içinden, her birini açıklamaya çalışırlar. Biçimsel mantığın tasımı, Aristo mantığı içindeki, yüzeyel, soyut ve bize hiçbir şey söylemeyen söz oyunları olarak kalır. Marx’ın tasımı ise gerçekliğin ta kendisi, gerçekliğin ussal varoluşu olarak karşımızdadır. Formel mantıkla farkı budur. Tümelin olması ya da olmaması, tekilin tümelden çıkarılıp çıkarılmaması gibi tartışmalar, ancak nesnel alan ile kavram alanı ikilik olarak kavranırsa yapılır. Oysa tüm tartışmamız bu düalizmin baştan aşılması üzerinedir. Ve eleştirimiz bu ikiciliğin içinde kalınması ve buradan diyalektikle çözümler üretilerek çıkılabileceğinin düşünülmesi üzerinedir.

 Bu Grundrisse alıntısı ekseninde Çubukçu, formel yaklaşımın, tasımda, tikel ile tümelin ilişkisi için yaratacağı olumsuzlukları, bizimde katıldığımız doğrulukta belirtmiştir. Diyalektik tasım için “Bir başlangıç, ‘orta süreçler’ ve bir de ‘sonal’ durum vardır. Fakat başlangıçla son aslında birbirlerini içerirler: Üretim, tüketimdir; tüketim de üretim… Akıp giden ve her an birbirlerini kapsayan ve birbirlerine dönüşen öğelerin oluşturduğu bir hareket söz konusudur.” diyerek doğru bir saptama yapar. Devamında, Marx’ın ‘kullandığı tasım biçiminde’, tümel ile tekil arasındaki bağıntıyı, bir ‘dolayımlar kazanma, yeni belirlenimlerle zenginleşme süreci olarak’ gördüğünden ve ‘diyalektik mantık açısından da tümel ile tekil arasında bundan başka bir bağıntı aramanın da abes’[36] olduğundan bahseder. Marx’ın kullandığı tasım biçimi, Hegel’inki gibi ussal tasımdır. Oysa Çubukçu, biçimsel tasım içinde kaldığından, olması gereken bütünlüğü görür, söyler ama ona ulaşamaz. Çubukçu için tasım; “düşünce süreçlerinin yalın biçimselleştirilmesinin ilk örneğidir. Kavramlar ve önermeler arasındaki ilişki, geçiş ve birbirinden doğuş, burada basitleştirilmiş ve ‘düzeltilmiş’ bir modele indirgenir.”[37] Tasım, aklımızın, kurallarını saptadığı bütünlükleri ifade ettiği bir biçimselleştirmedir Çubukçu için. “…Nesnel gerçekliğin belli bir alanında ilgimize konu olan olaylar, hareketleri dolayısıyla kolayca kavranamaz olan süreçler, zihinsel olarak üretilmiş düzenli, kararlı yapılara eşlenirler; böylece somutun zengin karmaşıklığı, soyutun yalınlığına indirgenmiş olur. Örneğin, düşünceyi tasıma indirgemek, karmaşık düşünme süreçlerini üç öğeli bir yapıya eşlemek demektir. …Bir kategoriler sistemi kurmak demek, maddenin hangi hareket biçiminde ya da düzeyinde olursa olsun, soyut ve genel bir evren tablosu çıkarmak, öyleyse hareketi biçimselleştirmek demektir.[38]  Çubukçu, biçimsel mantığın, tasım tanımını verir. Bu mantık sürecinde, üç öğeli tasım yapısının öğeleri birbirini içeremez, çünkü birisi nesnel alanda iken, ötekisi öznel alanda kalır. Birliklerini ifade eden tasım ise hem, zihnin bir şeması olmaktan öte bir gerçekliğe sahip değildir hem de, bu şemada söylenen bir birlik tarifi, eklektik bir tarifin ötesine geçememektedir. Dolayısıyla, tekil ile tümelin ilişkisine, ilk yazıda bahsettiğimiz bir kategoriler açıklaması ile ve gene, tekil ile tümelin ilişkisine, onları ayıran biçimsel, anlak kavramsallaştırması yerine, ussal kavramlaştırma ile bakmak ‘abes’ olmak bir yana tek bilimsel yoldur. Üstelik bu yol ‘dolayımların’ nasıl kurulduğunu ve ‘belirlenimlerin’ nasıl oluştuğunu da açıklayabilmenin tek yoludur.

Formel mantık içinde kalan kuramcılar, tümel ile tikelin ve dolayısıyla, bütünlüklü bir tasımın, ayrılıkları içinde yapay birliğini oluşturmak için çaba gösterirler. Bunun karşısında Çubukçu’nun, bu ayrımı yanlışlamak ve diyalektik materyalist bir bütünlüğü tarif etmek için gösterdiği çaba kitabında görülmektedir. Çubukçu’ya eleştirimiz, bu doğru çabası için değildir elbette. Onu, bu çaba içindeyken biçimsel mantık, anlak mantığı içinde kaldığı için eleştiriyoruz.

Tartıştığımız konuları, her Marksist gibi Marx, Engels ve Lenin’e referansla tartışmaktayız. Bu eksende İlyenkov, isteyenin kullanabileceği bir ek kaynak olmanın ötesinde değildir. Bizce, önerilebilecek, oldukça yararlı, doğru ve çok yardımcı bir kaynaktır, ancak o kadar. Çubukçu’nun belirttiği gibi İlyenkov’un ‘Marx’ın Kapitalinde Soyut ve Somutun Diyalektiği’ kitabının çevirisi oldukça kötüdür ve çeviriden kaynaklanan birçok yanıltıcı ifade içermektedir. Doğruluğu sağaltılmadan kullanılamayacak durumdadır. İlyenkov’un, Alper Birdal’ın çevirdiği bir diğer kitabı ‘Diyalektik Mantık’ ise gayet iyi bir çeviriye sahiptir ve okuyuculara İlyenkov hakkında doğru bir fikir verebilir. Ancak söylediğimiz gibi, sözümüzü, doğru tartıştığımıza inandığımız materyalist diyalektik adına söylüyoruz, materyalist diyalektiği tartışmış kişiler ya da siyasetler adına değil.


[1] Birikim Dergisi, Mayıs/Haziran 2018, Sayı 349/350, s.118

[2] Teori Ve Eylem Dergisi, Temmuz 2018, s. 23

[3] Hegel, Mantık Bilimi, Çev; Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 2004, s;258

[4] Age,s. 263

[5] Age,s. 84

[6] Marx, Engels, Kutsal Aile, Çev; Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara 2003,s.84 

[7] Lenin, Felsefe Defterleri, Çev;Attila Tokatlı, Sosyal Yayınları, İstanbul 1976,s.305

[8] Materyalist Felsefe Sözlüğü, M. Rosenthal ve P. Yudin, Çev: Aziz Çalışlar, Sosyal Yayınları, İstanbul 1972,s:259

[9] Felsefe sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi, istanbul 1989, s: 209

[10] Büyük Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, Say Yayınları, İstanbul 2017, s: 1121

[11] Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı, Çev; Cenk Saraçoğlu,Yordam Yayınları,İstanbul 2006

[12] Hegel, Mantık Bilimi, Çev; Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 2004, s;255

[13] Lenin, Felsefe Defterleri, Çev;Attila Tokatlı, Sosyal Yayınları, İstanbul 1976,s.191

[14] Hegel, Mantık Bilimi, Çev; Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 2004, s;281, Aynı bölüm; Lenin, Felsefe Defterleri, Çev;Attila Tokatlı, Sosyal Yayınları, İstanbul 1976,s.149

[15] Hegel, Mantık Bilimi, Çev; Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 2004, s;314, Aynı bölüm; Lenin, Felsefe Defterleri, Çev;Attila Tokatlı, Sosyal Yayınları, İstanbul 1976,s.192

[16] Hegel, Mantık Bilimi, Çev; Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 2004, s;257, Aynı bölüm; Lenin, Felsefe Defterleri, Çev; Attila Tokatlı, Sosyal Yayınları, İstanbul 1976,s.155

[17] Aydın Çubukçu,Mantık Ve Diyalektik’in Eleştirisi Üzerine, Teori ve Eylem Dergisi, Temmuz 2018, s.23

[18] Lenin, Felsefe Defterleri, Çev; Attila Tokatlı, Sosyal Yayınları, İstanbul 1976,s.146

[19] Age, s.305

[20] Age, s.137

[21] Alper Öztaş, Aydın Çubukçu’nun Diyalektik Mantık Anlayışının Eleştirisi, Birikim Dergisi, Mayıs/Haziran2018,s.118

[22] Lenin, Felsefe Defterleri, Çev; Attila Tokatlı, Sosyal Yayınları, İstanbul 1976,s.172

[23] Alper Öztaş, Aydın Çubukçu’nun Diyalektik Mantık Anlayışının Eleştirisi, Birikim Dergisi, Mayıs/Haziran2018,s.118

[24] Aydın Çubukçu,Mantık Ve Diyalektik’in Eleştirisi Üzerine, Teori ve Eylem Dergisi, Temmuz 2018, s.23

[25] Marx, 1844 Elyazmaları, Çev; Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara 1993, s.146

[26] Marx’dan aktaran A. Lektorski, Özne Nesne Biliş, Çev; Şükran Alpagut, Yordam Yayınları, İstanbul 2016,s.189

[27] Aydın Çubukçu, Mantık Ve Diyalektik, Evrensel Yayınları, İstanbul 2011, s.129

[28] Aydın Çubukçu,Mantık Ve Diyalektik’in Eleştirisi Üzerine, Teori ve Eylem Dergisi, Temmuz 2018, s.23

[29] Age.

[30] Aydın Çubukçu, Mantık Ve Diyalektik, Evrensel Yayınları, İstanbul 2011, s.154

[31] Hegel, Mantık Bilimi, Çev; Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 2004, s;257, Aynı bölüm; Lenin, Felsefe Defterleri, Çev; Attila Tokatlı, Sosyal Yayınları, İstanbul 1976,s.155

[32] Aydın Çubukçu,Mantık Ve Diyalektik’in Eleştirisi Üzerine, Teori ve Eylem Dergisi, Temmuz 2018, s.23

[33] Lenin, Felsefe Defterleri, Çev;Attila Tokatlı, Sosyal Yayınları, İstanbul 1976,s.303

[34] Marx’tan Aktaran Aydın Çubukçu, Mantık Ve Diyalektik’in Eleştirisi Üzerine, Teori ve Eylem Dergisi, Temmuz 2018, s.23

[35] Hegel, Mantık Bilimi, Çev; Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 2004, s;271

[36] Aydın Çubukçu,Mantık Ve Diyalektik’in Eleştirisi Üzerine, Teori ve Eylem Dergisi, Temmuz 2018, s.23

[37] Aydın Çubukçu, Mantık Ve Diyalektik, Evrensel Yayınları, İstanbul 2011, s.176

[38] Age,s.176

Yorumlar kapatıldı.