Ücretlilik sistemi tartışılmadan ücretler; Ücret sistemi tartışılmadan da emeklilik anlaşılamaz!
Kapitalist sınıf, zorunlu olarak, kendi karşıtıyla, işçi sınıfı ile birlikte dünyaya geldi! Kapitalist, para ve üretim araçları sahibi olarak; işçiler de üretim araçlarından ve topraktan koparılmış bir durumda konumlanmaktadırlar! Kapitalist parasını, sermayesini çoğaltmak için canlı emek gücüne gereksinim duyarken, işçi de, kendisini ve neslini sürdürebilmek için geçim araçlarına gereksinim duyar. Geçim araçları üretimi, ancak kapitalistin sahip olduğu üretim araçlarıyla, işçinin, üretim ilişkisine girip, yeni üretim ve geçim araçları üretmesiyle mümkündür. Yani, üretim ve geçim araçlarının sahibi kapitalist ile emek-gücünün sahibi işçinin, aralarında anlaşarak, işçilerin bir ücret karşılığında, kapitalistin yönetimi ve denetiminde üretim yapmaları, üretim sonucunda ortaya çıkan ürünün de satışı-değişimi yoluyla yapılmasıdır. Kapitalist ile işçinin yaptığı bu sözleşme elbette çelişkisiz bir ortamda gerçekleşmez. Toplumun yeniden üretimi ve hareketi toplumsal yasaların işleyişinin ürünüdür. Bu diyalektik hareketin toplumsal bir varlık olarak işçinin ve kapitalistin de toplumun hareketinden soyutlanamayacağı açıktır. İş sözleşmesinin içeriği ve tarafların örgütlülük durumları sürekli bir mücadele içinde değişim göstermiştir.
“… Giritlilerle Ermenilerin pek geçinememelerine rağmen, bir kömür taşıyıcıları grevinde ‘ihtilalci ve müşevvik’ diye tevkif edilen Giritli 8 amele, Ermeni mebuslarından Zohrab Efendi’nin çabaları sonucunda kurtarılacaktır.’
Tatil-i Eşgal Kanun tasarısının Meclis’teki genel görüşmeleri sırasında söz alan Zahrab, grev için teşvikte bulunanların cezalandırılması hükmünü eleştirir:
“Grev hak ise, onu teşvik etmek niçin suç olsun? Eğer bir fiil suç teşkil ediyorsa ona yardım anlamına gelen teşvik de suç olabilirdi. Fakat kendisi suç teşkil etmeyen, meşru olan bir keyfiyete teşvik suç olamaz. Zaten sendika bunun için kurulmaktadır. Sendika, sermayeye karşı ‘tevhidi-i mesai’ etmektedir. Sermaye, paranın birleştirilmesi, sendika ise, emeğin birleştirilmesidir. İki güç arasındaki denge eşitlikle meydana gelir. Yani iki taraf da faaliyetlerini birleştirmek hususunda muhtar bırakılmalıdır.”
“Bu durumda, Sendikanın vazifesi emeğin güzel ve verimli bir şekilde kullanılmasını sağlamaktır. Şayet günün birinde işçi ücretlerinin az olduğu görülürse, buna karşı kurulmuş heyet, yani sendika, ücretin layık olduğu seviyeye yükseltilmesini talep edecek, kabul edilmezse, elbette greve gidilmesi için tahriklerde bulunacaktır. Bu tahrik meşru bir hakkın kullanılmasıdır. Bu neden cezalandırılsın? Eğer bu tahrik, teşvik bir diğerinin hakkına tecavüz edecek şekilde cebir ve şiddet kullanarak yapılırsa cezalandırılmasını kabul edebilirim. Fakat benim sizi sözlerimin doğruluğuna inandırmak için yaptığım şu konuşma da bir teşviktir. Bir haktır, cezalandırılamaz.”[1]
Yasaklanan sendikaları ve emekliler sendikasını da düşünerek yine Zohrab’ın söyleminden okumaya devam edelim:
“… Nazır Paşa Hazretleri sendikanın aleyhinde bulundular. Yasaklanması gereken bir sendika var ki, o da sermaye sendikası. İşçi sendikasını yasaklamadan önce, sermayenin sendikasını, bankaları, tekelleşmeden doğan zorbalığı men edin. Peki, siz ne yapıyorsunuz? Demek bir tarafın silahlanmasına, öbür tarafı ezmesine müsaade veriyorsunuz. Bilakis böylece sermayenin birleşmesi için teşvikte bulunuyorsunuz. Sermayeler gelsin, memleketimizde toplansın, bir takım anonim şirketler teşekkül etsin istiyorsunuz. Anonim şirket nedir? Sendika nedir? Büyük ticarethanelerin anlamı, sendikalardan başka bir şey değildir. …”[2]
“…bir tarafın birlikte hareket edip fiyatları düşürmesine karşılık, öbür tarafın yine birlikte hareket ederek buna karşı koymasına izin vermemek, 5 kuruşluk amele ücretinin 60 paraya indirilmesine göz yummak anlamına gelir… Mesela Fransa’da bir madende, güneş görmeden, çoluk çocuğu ile toprak altında çalışan amelenin emeği sayesinde sermayedarlar milyoner olmuş, zevk ve sefa içinde vakit geçirirken, şirketin daha az masraf etmek, daha fazla para kazanmak hırsıyla gerekli tedbirleri almaması yüzünden, o madende bir kaza sonucunda 1200 kişi birden toprak altında kalarak can vermiştir. Bu gibi durumlarda Avrupa’da genellikle yapıldığı gibi şirketin tazminat vermesi gerekirken, on parayı bile vermemiştir. Bunun gibi nice zulüm örnekleri gösterilebilir…”[3]
Tazminattan bahsedilmesinin sebebi işçinin daha önceki üretim şeklindeki köleden olan farkları nedeniyledir. İşçinin varlığını ve soyunu yeniden üretmek için satabileceği tek şeyi üretme kapasitesi olan, emek-gücü metaını, tek alıcısı olan kapitaliste, belirli süreliğine ve ücret karşılığında kullanım hakkını satar. İşçinin sattığı kendisi değil kişiliğinde birleşik olan ‘üretme kapasitesi, emek-gücüdür’. Belirli süreyi içerir, günlük belirli saatten, haftada belirli güne uzanır. İşçinin kendi varlığı, bu satışa dahil değildir. Dolayısıyla işçinin varlığı ve niteliği kullanım süresi içinde zarar görmemeli, muhafaza edilmelidir. İşçinin, belirli süreli kullanımını sattığı emek-gücü karşılığı olarak aldığı ücret, onun, emek-gücünü yeniden üretecek geçim araçlarının miktarını karşılamakla birlikte, soyunun devamını ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin de yeniden üretimini sağlamalı ki ilerde kendisi çalışamaz duruma geldiğinde yerini alacak emek-gücünün de giderlerini karşılasın. Ayrıca çalışamaz duruma geldiği günlerinde kendi geçimini, sağlığını, bakımını, barınmasını sürdürecek bir ücret sepetine göre hesaplanan giderleri karşılayacak düzeyde olmalıdır.
Bu hep böyle mi olmuş, ya da nasıl bir evrelerden geçmiştir?[4] Toplumun kendisini sermaye dolayımıyla üretmeye başladığından bu yana, toplumun hareketini oluşturan bu tarihsel süreç, işçi sınıfı ile kapitalist sınıfın tarihsel mücadelesinin sürecidir-tarihidir.
“İşçi sınıfının ilk örgütlü mücadelesi İngiltere’de (ludizm) makine kırıcılığı ile başlar. Bu makinenin işçinin elinden işini ve ekmeğini “alıyor” yanılsamasının ortaya çıkardığı mücadelesini oluşturur. 1710’da İngiltere’de Terziler örgütlenir. 1720’de Parlamentoya İşgününün 1 saat kısaltılması için dilekçe verilmesi… işçiler yavaş yavaş sınıf bilinci kazanarak, ortak davranma eğilimleri içine girdiler. İşçiler arasında birlik ve dayanışma duygusu gelişmeye başladı. Sınıf ruhsal, kültürel ve pratik olarak şekilleniyordu. İşçiler önceleri dayanışma dernekleri, yardım sandıkları kurmayı başladılar. Başlıca amaçları hastalık, kaza, işsizlik gibi her işçinin her an başına gelebilecek olaylara ya da olası bir ölüm sonrasında, ölen işçinin eşinin dul, çocuklarının yetim kalmasına karşı üyelerine yardımcı olmaktı… ilk başta böylesi bir içerikle kurulan bu oluşumlar zamanla, ücretlerle ve çalışma koşullarıyla ilgilenmeye başladılar. İşçi sınıfı yaparak öğreniyor, öğrendikçe yapıyordu. … bir müddet sonra dayanışma dernekleri, ya da yardım sandıkları, sendikalara dönüştü.”
“Bu kurumları işçilerin yürütmesi kolay olmadı…işverenlerin ve devletin baskılarıyla karşılaştılar, gizlice kuruldular, faaliyetlerini de gizlice yürüttüler.”
“- İngiltere’de 1824yılında sendikalar devlet tarafından yasal olarak tanındı.”
“ -1831 yılında kurulan Emeğin Korunması için Ulusal Dernek,”
“ -1834’de de Roberd Owen, Büyük Ulusal SendikalarBirliği’ni kuruldu”.
“ -1847 Kadın ve Çocuk İşçilerin 10 saatlik işgününün tanınması kabul edildi.”
“ -1883 Bismark İşçi Sigortaları Kurumu’nun kurulması…(Almanya)”
“ -1886 Yılında 8 saatlik iş günü mücadelesi…”[5] verildi.
Sözü geçen kitaptan devam eden değerlendirme mealen şu bilgileri de bize aktarmakta:
İlk 19.YY sonu 20.YY başında, iş kazaları ve meslek hastalıklarından korunmanın nüveleri oluşmaya başladı.1883-1889 Almanya’da Bismark tarafından oluşturulan İşçi Sigorta Sistemi (1877 bunalımı ile bastırılan işçi hareketinin kabarmaya başlamasında) işçileri sistemle bütünleştirme çabasının sonucu olarak şekillenip, bu uygulama devlete ‘sosyal’ bir nitelik kazandırmış. Hastalık 1883, iş kazası 1884, sakatlık ve yaşlılık 1889, sürece dahil olmuş. ‘Sosyal’ devletin belirlemesiyle ücretle orantılı primler (işçi ve işveren primleri) finansman kaynağı olarak belirlenmiş.1930 bunalımıyla da sözde, ‘sosyal devlet anlayışı’, devletin, asgari yaşamı sağlama yükümlülüğü vardır denilerek önümüze konulmuş.
“Türkiye’de Sosyal Güvenlik Sistemi Tarihsel Gelişimi” de farklı değildir. “Kuşkusuz işçi sınıfının da belirli bir güç oluşturmaya başlaması ile birlikte, bu sınıf lehine bir takım ödünler verilmesi zorunlu hale gelmiş, geleneksel tekniklerden türetilen, sadece işçileri korumaya ağırlık veren sosyal güvenlik sistemleri kurulmaya başlanmıştır.”[6] Sosyal güvenlik sitemi finansmanı işçi, işveren ve devlet payları altında belirtilmiştir.
Primlerin Muhasebe Kayıtlarına “İşçi Payı”, “İşveren Payı”, “Devlet Katkısı” biçiminde ayrılması sermaye temsilcilerinin bir aldatmacasından başka bir şey değildir. Tümü işçilerin üretmiş olduğu değerin içinden kesilip hesaplara yatırılırken; Devlet ve Sermaye örgütleri işçilerin olan bu primlerin fonların yönetimi ve denetimini ellerinde tutmak için ustaca geliştirdikleri bir aldatmacadır. Muhasebe kayıtlarında ücretler, işçilere ödenen diğer ödemelerle, prim ödemelerinin tamamının yer aldığı “Personel Giderleri” Başlığı altında toplanır. Sermaye muhasebe kayıtlarında emek gücü bedelinin kapsamını istemeden de olsa doğru ifade eder yani.
SONUÇ
İşçilerin emek gücü karşılığı aldıkları ücret, işçinin herhangi bir sebeple emek gücünü satamayacağı günlerin giderlerini de içerir. Tamamı işçinin emek gücü tarafından üretilen ve işçinin ücretinin içinde olan bu fonlar, burjuva devlet tarafından ücretin bileşimi dışındaymış gibi gösterilirler. Bu şekilde burjuvazi, bu fonları finans sermayesi olarak değerlendirme şansı kazanırken aynı zamanda kontrolü altında olan bu işçi birikimlerini işçilere karşı bir zor aygıtı olarak da kullanabilir. Üstelik kendine ait olmayan ve emaneten onda bulunan bu fonları, ‘sosyal devlet’ adı altında ulufe olarak dağıtarak, işçileri ve fon sahiplerini kendi birikimlerinin dilencisi haline de getirir. Yetmezmiş gibi burjuvazi bu fonlarda biriken kaynağı da ya doğrudan ya da nemalandırma oyunları ile sürekli çalar. Fonlar üzerine kurulan hırsızlık ayyuka çıkıp, kasa boşalınca gene o ‘sosyal devlet’ meleği ortaya çıkıp, çaldıklarının çok düşük bir kısmıyla ve lütfederek sosyal güvenlik fonlarının kasasına para atar.
Tekrarlarsak, kontrol ‘sosyal devlette’ olunca, işçinin brüt ücretlerinden kesilen primler ve oranlar gerçeklerle uyuşmaz. Uyuşsa bile bu primlerin ‘Kurumca’ değerlendirmesi (nemalandırma) devletin ve sermayenin en ucuz kredi kaynağı olarak değerlendirilmesi sonucu, günlük fiyat artışlarına-enflasyona yetişemez. Yetişmeyince karşımıza, ABO-Aylık Belirleme Oranı çıkar. Sözde bu oran, asgari sınır, toplam brüt prim gelirlerinin ortalaması ile hesap edilir bir rakamdır ama gerçekle uyuşmaz. Ekonomik konjonktürün durumuna göre ‘sosyal devlet’ tarafından belirlenip güncellenecek artışlar da düşük olacağı için, o da gerçeklerle uyuşmaz. Ama birileri bunlar üzerinden karlarını artırır, sermayelerini büyütür. Bunlar yıllık raporlarda, mahkeme kayıtlarında apaçık ortadadır[7].
Sözüm ona ‘güvenceli’, yani SSK kayıtlarında kayıtlı işçi, aldığı asgari ücret üzerinden ödediği primlerle, bu gün ve gelecekteki, (sigortalının eşi ve çocukları ile) giderlerini karşılayamayacağı apaçık ortada iken, tüm bu açıklıkta hiçbir çaba ‘güvence’ olmaya yetmez.
Yasal (506 SSK ve 5510 SGK) gerekçeler ve zorunluluklar olsa da ‘Kayıt Dışı’ Kurumlarda yine ‘kayıt dışı’ olarak çalışan milyonlarca işçi gerçeği, herkes tarafından bilinir ama bu ‘güvencesiz’ çalışmanın sorumluluğu da gene işçilere yüklenir. İşçilere tam bir pişkinlikle güvencesiz çalışmayı ‘tercih etmemeleri’ önerilir. Bu öneriyi ‘dinleyemeyen’ işçilerin hem çalışma döneminde emek güçlerinin fazladan bir kısmının burjuvaziye[8] aktarılması sağlanır hem de işçiler, iş göremez duruma geldiklerinde ‘Sosyal Yardım’ dilencisi durumuna düşmeleri ‘sosyal devletçe’ seyredilir.
En sonunda ‘sosyal devlet’ emeklilik fonunun, işçilerin çalışırken üretip biriktirilen bir fon olduğunu herkese unutturur ve bu fonun kaynağını da henüz çalışmakta olan işçilerin ürettiklerini ilan eder. Böylece kendi birikimini burjuvazinin emanetinde kaybeden işçi, emekliliğinde, sınıf kardeşlerinin ürettiği artı değeri sömüren burjuvazinin yanına eklenmekle suçlanır. Burjuvazi, her çalışan şu kadar işçi şu kadar emekliyi de finanse etmektedir yalanını, sınıf birliğini bozmakta kullanılır. Sendikalı işçilerin emekli olduklarında sendika üyeliklerinin sürmemesi ve yakın zamana kadar emeklilerin sendikasının yasaklanması benzeri yasal zorunluluklarla bu yalanı taçlandırır.
Burjuva ‘sosyal devlet’, işçinin çalışırken oluşturduğu fonu gasp edip, yok sayınca, sosyal güvenlik sistemini, emeklilik ödentilerinden, yaşlılık ödentilerine çevirir. ‘Sosyal devlete’ göre, kapitalizmin yüksek emek üretkenliğinde ve yoğun emek sömürüsü altında çalıştırdığı işçilerin, bu üretim sürecine rağmen emeklilik fonlarını biriktirmesi söz konusu olmadığından, belli bir çalışma yılının emekliliği hak etmek konusunda bir iddia içermesi de mümkün değildir. ‘Sosyal devlet’ emekliliği ulufe olarak dağıttığını söylediğinden, işçilerin 20-25-30 sene çalışmasının yetmesi gibi bir durum kabul edilemez. ‘Sosyal devlet’ artık işçinin çalıştığı süreye bir yeterlilik koymaz, yaşamının süresini bir ölçü olarak kabul eder. İşçi artık ‘sosyal devletinin’ içinde ‘sosyal güvenliğin’ şemsiyesinin altında çalışmasını biriktirerek değil yaşamını tüketerek üretim yapar ve tam da devletin yeni terminolojisine uygun olarak ‘emekli aylığı’ değil ‘yaşlılık aylığı’ alır hale gelir.
İşçilerin, Emekçilerin, Emeklilerin “Emeklilik” için Mücadele Programı ve Talepleri
Sermaye üretim koşullarında ancak kısmen değinebildiğimiz tartışmadan; ücretlilik sisteminin belli başlı yanlarını tartışabildik, ücret sistemini de öyle. Emeklilik koşullarının sermayenin üretim koşulları içinde, ücretlilik sistemine dayandığı gösterilmeye çalışıldı. Sermaye ilişkilerinden kopmadan toplumsal kurtuluşu mümkün olmayan işçi sınıfının bu gün, sermaye koşulları içinde, ücret sistemini, emeklilik sistemini yeniden güncellemek, ahlaki ve fiziki bozulmasını durdurmanın bir yolu olduğunu görüyor, mücadele yolu ve araçları olarak, örgütlenmenin politik ve sendikal alanlarda sürdürülmesini zorunlu olduğunu söylüyoruz. Bunun için:
Bütün iş kollarını kapsayan Sigorta Kurumunun, yönetimi, denetimi işçilerin (işçi örgütlerinin) elinde olmalıdır.
Uzun ve Kısa vadeli prim oranlarının belirlenmesi, İş Kazası ve Meslek Hastalıkları prim oranları ve tazminat miktarlarının belirlenmesi, bunları temel alacak ve her yıl güncellenecek prim oranlarının belirlenmesi, Kurum Yetkili Organları tarafından belirlenmelidir. İşsizlerin ve çalışma yeteneğini kaybedenlerin, Kurum tarafından belirlenen primlerinin ise, devlet -genel bütçe- den karşılanması sağlanmalıdır.
İşçi Sağlığı ve Güvenliği denetimleri sadece bu kurumun yetkisi altında olmalıdır.
İş ve İşçi Bulma Kurumu (İşkur) bu Sigorta Kurumuna bağlanmalıdır ve tüm işçi alımları bu kurum tarafından yapılmalıdır.
Emeklilik, kurum tarafından belirlenen çalışma süresi ve prim miktarı içinde oluşturulmalıdır. Yaş değil çalışma süresi esas alınmalıdır. ‘Her Sigortalı, 25 yıl çalışma döneminde, prim ödeme gün sayısının, Sigorta Kurumu tarafından belirlenen süreyi doldurduğunda (bu gün için 7200 gün pirim ödemiş) emeklilik hakkı kazanır’ gibi.
Sigorta Kurumu Tüm İşçi Sendikaları ve İşçi örgütlerinin katılımıyla; işçilerin çalışma dönemlerindeki çalışma koşullarını ve mesailerini belirlemelidir. Mesailerin işçinin evden çıkış saatinde başlaması ve evine ulaştığı saatte sonlanması esas alınmalıdır.
Sendikalı her işçinin emekliye ayrıldığında sendika üyeliğinin devam etmesi gerekir. Sendikaların bu üyeler için ‘Sendika Emekli Organları’ oluşturup, emeklilikle ilgili kurumlarda ve işlemlerde temsil etmesi sağlanmalıdır.
Emekli olup, herhangi bir sendikada üyeliği bulunmayanların ‘Emekli Sendikalarına’ üye olunmasının sağlanmalıdır. Bu sendikaların yetki ve sorumlulukları ile örgütsel yapılarının çalışma hayatında yasal dayanağının oluşturulması sağlanmalıdır.
Sigorta Kurumunun, İşçi Sendikalarının, Emeklilik Sendikalarının ve Mesleki Örgütlerin politik tercihlerini kendi bağımsız formlarında aldıkları kararlarla verebilmesi, bunu kamu ile paylaşarak tercihini açıkça bildirebilme hakkı tanınmalıdır.
Tüm işçilere, emeklilere ve bu konuda emek verenlere kolaylıklar dilerim.
Bu yazı https://sendika.org/2023/07/emekli-ve-emeklilik-689130/ yayınlanmıştır.
[1] Krikor Zohrab – 1915 Bir Ölüm Yolculuğu., Nesim Ovadya İzrail, PENCERE YAYINLARI.
[2] Age. S150
[3] Age. S.151
[4] Bu konuda detaylı bil gi için F. Engels’in 1844 Yılında kaleme aldığı “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” adlı esere başvurulmalıdır.
[5] Sosyal Sigortalar Kurumu Tarihi, 1946-1996. Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, Doc.dr. A.Gürhan Fişek, Yrd.Doc.Dr. Şerife Türcan Özsuca, Arş.Gör.Mehmet Ali Şuğle. 1997, s.21
[6]age
[7] “Yüce Divan Kararı, Esas sayı:1981/1, Karar Sayısı:1982/2, Karar Günü:13.04.1982, Davacı : Kamu Hakları, Müdahiller: 1-Sosyal Sigortalar Kurumu, 2-Bağ-Kur Genel Müdürlüğü. Sanıklar: Hilmi İşgüzar (Eski Bakan)…. Mustafa Enginsu (eski genel müdür). Ve Toplam 54 Sanık. Suçlar: Rüşvet almak, rüşvet vermek, rüşvet alınmasına aracılık etmek, görevi kötüye kullanmak, resmi evrakta sahtekarlık. (Sosyal Sigortalar Kurumu Tarihi, 1946-1996. Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, s.226)
[8] Sendika.org , 18.07.2023, Bir Gün Gazetesi Araştırmacı yazarı, Mustafa Kömüş. Diğer bilgilerin yanında, devletin “teşvik” olarak Resmi gazeteden derlediği haberine göre: Alarko Holding, Anipek Tekstil, Tırsan Treyler, Limak Holding, Kalyon İşletme ve Yönetim Danışmanlığı AŞ. Orijinal Gayrimenkul, Kipaş Holding’e ve yabancı firmalara mayıs 2023 yılında, 3 yıl ila 10 yıl arasında değişen rakamlarla “Sigorta Prim Teşviki” , %55-%90 arası vergi vb. teşvikleri verildiğini tespit etmiş…
Yorumlar kapatıldı.