İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Burjuva Diktatörlüğünde Seçim

Kapitalist devlet, kendinden önceki devlet biçimlerinden temel anlamda farklı bir yapıdadır. Bu farklardan biri, kapitalist devlette bireyler, meta sahipliği çerçevesinde bir mülkiyet ilişkisi içinde tarif edilir. Bu şekildeki bir tarif meta sahipleri olarak her bireyi ‘biçimsel’ bir eşitlik içinde yapılandırmayı gerektirir. Karşıt sınıfların üyeleri olarak patron ve işçi iki eşit meta sahibi olarak karşı karşıya gelmek durumundadır. Bu eşitlik ilişkisi ‘biçimsel’ olduğu denli kırılgan olmakla birlikte, bu kırılganlığı ile ters orantılı bir yapısal vazgeçilmezlik taşır. Burjuva diktatörlüğü geçici süreçler dışında, meta sahibi aktörlerin ‘biçimsel’ eşitliğini yapısal olarak terk edemez. Diktatörlüğün, tebaası ile ‘biçimsel’ olarak dahi olsa eşitler ilişkisi tarif etmek zorunda olması bir çelişki olarak taşınır kapitalist devlet yapısında.

            Kapitalist devletin, kendinden önceki devlet biçimlerinden bir diğer farkı, burjuva diktatörlüğünün, burjuva sınıfın bütünlüğü içinde egemenlik kurmak zorunda olmasıdır. Ne demek istiyoruz açalım. Feodalizmde ya da köleci toplumda, tüm feodallerin ve köle sahiplerinin çıkarları tam bir uyum içindedir. Dolayısıyla bir kişi kültü üzerinden kurulan iktidar sorunsuz bir şekilde işler. Oysa kapitalizmde, her kapitalistin bireyleri arasında ve kapitalist yapılanmalar arasında rekabet vardır ve sınıfsal bir bütünlük arz etse de, bu rekabet çıkar farklılaşmaları oluşturmaktadır. Kapitalist üretimin değer yasasını harekete geçiren rekabet nedeniyle, finans sermayesiyle sanayi sermayesi arasında ya da ticaret sermayesi arasında bu rekabete dayanan kısmi çıkar farkları oluşmaktadır. Tek tek kapitalistler arasındaki rekabette buna eklendiğinde iktidar erkinin oluşturulmasının kapitalizm öncesi sistemler gibi olamayacağı görülecektir. Kapitalizmde burjuva diktatörlüğü, burjuva sınıfın tamamının katıldığı ve burjuva sınıfın tamamına yaslanan bir egemenlik tarifi içerir. Bu egemenliğin oluşturulduğu temel, değişik biçimler alsa da genel anlamda burjuva parlamenterist yapıdır.

            Burjuva diktatörlüğü, çok kırılgan olan bu parlamenterist egemenliği zaman zaman doğrudan diktatörlükler ile askıya alsa da, yapısı gereği geri dönmek zorunda kalacaktır. Sınıf savaşımı, tüm bu kırılgan süreçlerin kırılmaması ya da geri dönüşün hızlandırılması gibi noktalarda çok etkindir elbette ancak biz buradaki çözümlememizi kapitalizmin yapısal çelişkileriyle sınırlandırdığımız için, sınıf savaşımının etkilerini ve belirleyiciliğini başka bir yazıya bırakabiliriz. Gene bir not olarak söyleyelim, kapitalist sistemin gelişim sürecinde tekel ve tröstlere ve finans kapitale yönelimi kapitalizmin kuramsal temelini tartıştığımız bu yazının konusu dışında kalır.  Belli dönemlerde, parlamentonun feshedilmesiyle bir diktatörün egemenliğine terkedilen kapitalist yapı, diktatörün yaslandığı bir sermaye grubunun egemenliğini tariflemeye başlayacaktır. Diktatör, burjuva sınıfın tamamına değil ancak bir sermaye grubuna yaslanacağından, bir süre sonra iktidar, örneğin finans sermayesi iktidarı ya da sanayi sermayesi iktidarı biçimini almak durumunda kalacaktır. Marx, kapitalist Fransa’da iktidarı ele geçiren Bonapart’ın, diktatör olarak nasıl zorunlulukla finans sermayesine yaslanmak zorunda kaldığını ve bu durumun diğer sermaye yapılarında yarattığı hoşnutsuzluğu ve rekabetti içeren bir kapitalizmde bunun sürdürülemezliğini açıklıkla anlatmaktadır.   

            Kapitalizmin bu eksendeki çelişkili varoluşunu yukardaki açıklamalarımız ekseninde bağlarsak: Burjuva sınıfın diktatörlüğünü, burjuva bireylerini aşan, burjuvazinin sınıfsal olarak kurmasının gereği olarak bir parlamenter alan tanımlayan kapitalizm, bireylerin meta sahipleri olarak temel eşitliklerini tanımasının sonucu olarak bu parlamenter alanı da genel oy hakkıyla tarif etmek durumunda kalmıştır. Özel mülkiyete yaslanan üretim şekli olarak burjuva diktatörlüğü, parlamenter alanda, bu öz ve bu özden ayrılamayacak bir millet egemenliği biçimi altında, bütün ve somut bir gerçek olarak karşımıza çıkar. Bu kapitalizmin ‘parlamenter alanının’ temel çelişkisini oluşturur. Genel oy hakkına sahip toplumun, günümüzde neredeyse sadece işçi sınıfından oluştuğunu düşünürsek tablo şu hale gelmiştir: Genel oy hakkıyla siyasal iktidarın ‘biçimsel’ sahibi işçi sınıfı olarak tarif edilmiş, siyasal erk ise burjuva diktatörlüğü olarak burjuvaziye verilmiştir. Yani parlamentonun duvarına “egemenlik milletindir” yazılarak, siyasi iktidarın ‘biçimsel’ sahibi işaret edilirken, o parlamentoda burjuva diktatörlüğü pürüzsüz bir şekilde egemenlik kurmaktadır.

            Parlamenter yapının ve genel oy hakkının yarattığı bu çelişkili durumu Marx, çok daha güzel olarak şöyle ifade eder; “Toplumsal köleliklerini ebedileştirmesi gereken sınıfları, yani proletaryayı, köylüleri ve küçük burjuvaları, genel oy hakkı aracılığıyla siyasal iktidarın sahibi yapıyor. Buna karşılık, eski toplumsal iktidarını onayladığı sınıfı, yani burjuvaziyi, bu iktidarın siyasal güvencesinden yoksun bırakıyor. Siyasal iktidarını, her an düşman sınıfın zaferine yardımcı olan ve burjuva toplumun kendi temellerini tehdit eden demokratik koşullarla baskı altına alıyor. Birilerinden siyasal kurtuluştan toplumsal kurtuluşa doğru ilerlememelerini, diğerlerinden ise toplumsal restorasyondan siyasal restorasyona doğru gerilememelerini istiyor.”[1]

            Gene Marx’ın alıntısından okuyoruz ki bu kapitalist çelişkinin sürmesinin zorunluluğuyla, sistem, işçilerden, ‘biçimsel’ sahiplikten gerçek sahipliğe ilerlememelerini isterken, burjuva diktatörlüğünden de, diktatörlüğünü kendinden önceki diktatörlüklerin biçimine –en azından sürekli olarak- çevirmemesini talep etmektedir. Marx’ın Fransız Üçlemesi’ndeki bu değerlendirmesi, o dönemin öznel süreci için yapılmış bir değerlendirme değildir.

Marx’dan yapılan alıntı da bahsedilen çelişki, dönemindeki Fransız anayasasının ve o günkü sınıf savaşımı düzeyinin bir sonucu oluşmuş olan bir dönemsel çelişki değildir. O günkü Fransız anayasasının çelişkisi, feodal erki yıkıp burjuva hakimiyeti kurarken içine düşülen çok başlılık çelişkisidir ki bu temel bir sorun olmayıp aşılabilir. Dönemin Fransız anayasasının, feodal erkin yerine, her ikisi de halk oyu ile seçilen ve dokunulmazlıkla korunan parlamento ve başkana ek bir de yerinden edilemez hakimler yığınını tanımlamakla oluşturduğu çelişkili durum, Fransızlar tarafından tartışılmıştır. Bu özel tarihsel tartışmaya değinen Marx, temel çelişkiyi oluşturan şeyin bu özel durum olmadığını, temel çelişkinin burjuva diktatörlüğü ile bir arada bulunan ve bulunması da gereken genel oy hakkı sürecinde olduğunu serimlemektedir alıntımızda.

Gerçekten de burjuva diktatörlüğü, kurulduğu günden beri bu çelişkili durumu yaşar. Genel oy hakkına sahip olan ve toplumun günümüzde %95’ini oluşturan işçi sınıfı, ‘biçimsel’ olarak siyasi iktidarın sahibidir. Bunun yanında %1 olan burjuva, diktatörlüğün gerçek sahibi olarak, siyasi iktidarın da gerçek sahibidir. Bu çelişki oy hakkıyla ne çözülür ne de yok edilebilir. Ancak oy hakkının ve seçim süreçlerinin Marksist perspektifle değerlendirilebilmesi için bu çelişkili durumun saptanması gerektir. Pek kırılgan burjuva demokrasisinin, ne işe yaradığı anlaşılamayan genel oy hakkının, hiçbir şeyi değiştirmeyeceği bilinen parlamento seçimlerinin hepsi, bu çelişki atlanırsa boş bir tiyatro olarak okunmak durumunda kalınır ki bu, tüm süreci, sistemin değişiminin sağlanabileceği bir alan olarak görmek kadar yanıltıcı olacaktır. Geçmişte, daha yoğunlukla parlamenter alanı ‘hiç’leştiren sosyalist anlayışlar, günümüzde, daha yoğunlukla parlamenter alanı ‘hep’leştirmektedir. Bunları sol ve sağ sapma olarak okumak mümkündür. Çoğu sosyalist, günümüzde içine düştüğümüz parlamenterizm çıkmazının eleştirisini, geçmişin parlamenterizmi reddeden anlayışlarıyla yapmaya çalışmaktadır. Ancak, sağ sapmadan daha ehveni şer görülen sol sapma, bu haliyle doğru değildir.    

Günümüz ‘Marksist’ yapılarının hemen hepsi, burjuva diktatörlüğüne ve onun oy ve parlamento ile değişmez yapısına bakıp, burjuva diktatörlüğünün özünü doğru olarak saptamaktadırlar. Ancak burjuva diktatörlüğünün ‘biçimini’ görememektedirler. Meclis duvarında yazan “egemenliğin millette olduğu” sözü, siyasi egemenliklerinin diktatörlüğünü açıklıkla uygulayan burjuvaların, bu egemenliğin ‘biçimini’ ifade etmelerinin gayet doğru bir tarifidir. Sınıf savaşının oyun olmadığını bildiğimiz gibi, meclisin duvarındaki bu yazınında dekor olmadığını bilmeliyiz. Bilmeliyiz çünkü, parlamentoya giren sosyalistlerin yapacakları sistem teşhiri temel olarak bu çelişkiye ve onun süreçlerine yaslanmalıdır.

Kürt Hareketinin ‘Marksistliğini’ Tartışmak

            Kendi kaderini tayin çerçevesinde bir ulusal kurtuluş mücadelesi olarak Kürt hareketi, kuruluşunda kendisini ‘Marksizm’ içinde tanımlamıştır. İsminden, örgütlenme biçimine, eylem tarifinden, hedeflerine hep ‘Marksist’ referanslara yaslanmıştır. 2000’lerin ilk yıllarına kadar, ‘Marksist’ referansların Kürt hareketindeki karşılığı açıklıkla görülebilmektedir. Kürt hareketinin son dönemde Marksizm’den, Bookchin’in kuramına geçmesi bu durumu elbette değiştirmeye başlamıştır. Kürt hareketini her dönemde ‘Marksist’ olmamakla eleştirmek Türk sosyalistleri arasında çok yaygın olduğundan bu yanlışa düşmemek için biraz açalım.

            Ülkemin nerdeyse hepsi Kemalizmle malul sosyalistlerinin her daim pek sevdiği şey, Kürt hareketini Marksizm dışı bir hareket olarak nitelemek olmuştur. Üstelik bu eleştirileri yapan ülkem sosyalistlerinin Marksizm olarak sundukları kuramları, ütopik sosyalizmin sözlerini yada mekanik materyalizmi aşmaz. Hatta birçoğunun kuramsal düzlemi pozitivizmin metafizik yönteminin bir adım dışına çıkmaz. Böyle bir yerden Kürt hareketine yapılabilecek eleştirilerin ‘sağdan’ yapılmış eleştiriler olacağı unutulmamalıdır.

            Ütopik sosyalizm ya da mekanik materyalizm içinde olmayı Marksizm sanan ülkem sosyalistleri, Kürt hareketinden, üstelik haklı olarak ‘biz sizden daha sosyalistiz’ sözlerini zaman zaman duymaktalar. Marksist kuram tartışmasını başkaca yazılarımızda yapmaya çalıştık, o yüzden buraya taşımayalım ancak şu saptamayı da yapalım; Kürt hareketi, hem örgütlenme şekli hem de politik hareketi içinde, Bookchin kuramı ile oldukça savrulmuş olmasına rağmen hala Türkiye sosyalist hareketinden daha ‘solda’ durmaktadır. Bu durum, azıcık kazıdığınızda altından pırıl pırıl bir Türk milliyetçiliği ve Kemalizm çıkan ‘sosyalist’ yapılarda ayan beyan görünürken, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyan ‘sosyalist’ yapılarda ise daha derinde bir kuram sorunu olarak görülmektedir.

            Kürt hareketinin bırakın ‘Marksizm’ referansları ile hareket ettiği ilk dönemleri, şimdiki referansını oluşturan Bookchin ekseninde bile eleştirilebilmesinin yolu, onun ‘solunda’ bir diyalektik tarihsel materyalist duruş gerektirir. Yönteminiz metafizik bir pozitivizm içindeyken, bu yönteme yaslanarak mekanik materyalist ya da ütopik sosyalist söylemler savururken, her eleştiriniz ne yazık ki ‘sağdan sağdan’ gelecektir.

            Güncel bir örnek verelim; ezilen ülke faşizmi olur mu? Güney Afrika ırkçı rejimi için okuduğum, ancak kaynağını hatırlamadığım bir açıklayıcı örnek verelim. Irkçı beyazların, siyahlara karşı ‘siz de siyah ırkçılığı yapıyorsunuz’ içerikli sözlerine karşı açıklayıcı ve basit bir örnek şöyle: Hiçbir siyah yataktan kalkınca ‘ben siyahım’ demez. Hiçbir siyah yüzünü yıkarken, aynaya bakıp tıraş olurken, makyaj yaparken, kahvaltı yaparken ‘ben siyahım’ demez. Böyle bir farkın ayırdında bile olmaz. Ama sokağa çıktığında, otobüsün kapısında siyahlar binemez yazısını okuduğunda, lokantada, dükkânda siyahlar giremez tabelası ile karşılaştığında artık ‘ben siyahım’ demek zorundadır. Üstelik bu öyle bir zorunluluktur ki bu duruma karşı mücadele etmek için en temel şiar ‘ben siyahım’ olmak zorundadır. Bu mücadelede öyle, ‘hepimiz insanız’, ‘herkes eşittir’, ‘tüm insanlar ayrımsız kardeştir’ gibi, ırkçılığın kaynağının beyaz faşizmi olduğunu gizleyen ve bu nedenle son erimde gene beyaz faşizmine hizmet eden argümanlarla hareket edilemez. Örneğimizdeki ezen ırkın faşizmi, karşıtını tanımlamış ve oluşturmuştur. Ezenin faşizmini ancak ‘ben siyahım’ dediğiniz haklı ve meşru bir zeminde yenebilirsiniz. Karşınızdaki beyaz faşizminin aksine de hiçbir sözünüz, eyleminiz ve örgütsel hareketleriniz siyah faşizmi olamaz.

            Marksist kuramın içinde olmadan Kürt hareketini ‘Marksizm dışılıkla’ sağdan eleştiremediğiniz gibi, Türk milliyetçiliği içine düştükten sonra, Kürt hareketini, Kürt milliyetçisi olarak ifade edemezsiniz. Ülkemde Türk faşisti olur ve ne yazık ki pek bol bulunur ama Kürt faşisti olmaz. Bu saptama sadece Kürtlere ve ülkemizin öznelliğine ait değil, tarihsel materyalizmin ezilen ülke halklarına dair bilimsel belirlenimidir.

            Bir şey daha ekleyelim bu tarihsel materyalist saptamaya; ezilen ülke halkı, ulusal kurtuluşunu mücadelesinin en başına koyar, sosyalist devrime endeksleyemez. Ezen ülke sosyalistleri ile ezilen ülke sosyalistlerinin işbirliği, dayanışması, gelen günlerdeki birlikte yapılacak devrime değil (elbette devrimi yapmışsanız kimsenin itirazı olmaz ama), ezilen ülkenin bağımsızlığında ifade bulur. İşgal altındaki Polonya’nın sosyalistlerinin düştükleri böyle bir yanılgıyı saptayan Engels şöyle söyler: “Ülkelerinin kurtuluşunu programlarının başına yerleştirmeyen Polonya’lı sosyalistler, bana (anti)sosyalist yasanın iptalini, basın, örgütlenme ve toplanma özgürlüğünün sağlanmasını ilk ve en başta talep etmekten kaçınan Alman sosyalistlerini hatırlatıyor. Polonya’nın yeniden kurtuluşunun gelecek devrimden önce mümkün olup olmayacağı önemli değildir. Hiçbir koşul altında, Polonya’lıları kendi gelecekteki gelişmelerinin hayati koşulları için giriştikleri kavgada çaba harcamaktan alıkoymak ya da uluslararası bakış açısından ulusal bağımsızlığın ancak ikinci derecede bir mesele olduğuna ikna etmek gibi bir görevimiz olamaz. Aksine, bağımsızlık, herhangi bir ortak uluslararası eylemin temelidir[2].

            Kürt hareketine yönelik yapılması gereken eleştiri, ülkemin sosyalistlerinin kendilerine pek çok Marksist kuramsal iğne batırdıktan sonra yapmaları gereken bir eylemdir. Parlamenter alan dışında kendini tanımlayamayan, diktatörlüğü ve faşizmi parlamento seçimlerinde alacağı pozisyonla önleyeceği sanısını taşıyan, üstelik bu sanıyı pek sosyalist ve zorunlu bir duruş olarak anlatan güzel ülkemin ‘sosyalistlerinin’ bolca Marksist kuramsal çalışmaya ihtiyacı olduğu açıktır.

            Bireyin Sandıkta Somut Eylemi

Diktatörü yıkmak ve faşizmi yenmek için, seçimde hangi somut etkinliğin içinde olunması gerektiği sıklıkla ‘bireylere’ hatırlatılıyor. Tüm seçim tartışmalarından da ‘somut’ bir eylem açıklaması isteniyor. Elinde bir oyu olan ve ne hikmetse bir türlü örgütlü davranamayan daha doğrusu örgütlenememiş bireylere ‘somut’ bir oy şeması sunulması, her tartışmanın sonunda illaki isteniyor. Bu konuda da küçük bir örnek üzerinden bu isteneni karşılamaya çalışarak bitirelim.

Avrupa birliği kuruluş sürecinde her aday ülkenin bir anayasa referandumu yapması gerekmişti. Fransa’da bu referanduma ‘Hayır’ oyu çağrısı yapan iki politik yapı vardı. Birisi Fransız komünist partisi, diğeri de Fransız faşist partisi. Fransız komünist partisi AB’nin bir patronlar birliği olması üzerinden ‘Hayır’ çağrısı yaparken, Fransız faşist partileri ise AB ile milli egemenliklerini kaybedecek olmaları üzerinden bir ‘Hayır’ çağrısı yapıyordu.

Bu çerçevede bir örnek oluşturalım. Sandığa giden Piyer, gayet somut bir eylemi ifade ettiğini düşünerek, ‘Hayır’ oyu verdiğini söylediğinde, bizim için Piyer’in eylemi hiçbir şeyi açıklamayan bir soyut süreci ifade ediyor olurdu. Bu ‘Hayır’, Piyer’in komünist bir eyleminin sonucunda mı yoksa faşist bir eylemliliğinin sonucunda mı oluşmuş bilemezdik. Piyer’in gayet açık ve somut olduğunu düşündüğü seçim etkinliği aslında, hareketinin gerçek zemini ve bu zemini okuma şekli açıklanmadan hiçbir şey ifade etmezdi. Piyer ‘Hayır’ demiştir ama ne yapmıştır?

Burjuvazinin örgütlü diktatörlüğünün zemini olan seçim sürecinde, ancak işçi sınıfının örgütlü yapısı bir yol çizebilir. Boykot etmek, A partisine vermek, B partisine vermek gibi çok sınırlı seçeneklerden hangisinin yapıldığı değil, bu yapılanın, işçi sınıfı partisi tarafından, sınıf savaşında neyle ve nasıl ilişkilendirilerek önerildiği belirleyicidir. Tartışmanın, seçimde şu ya da bu yapılınca daha “iyi” olacağını söylemekten çok farklı bir eksende yapılması gerekir. Bu tartışma olmadan seçimde, üstelik de bireysel olarak ne yaptığımızın bir karşılığı olmadığı ve bunu konuşmanın gerçekten bir anlamının olmadığı açıktır.

            Kapı gibi ‘sosyalist’ partilerimiz, gayet net ‘Marksist’ kuramlarına dayanarak, bizlere burjuva kavramlara ve burjuvazinin çizdiği oyun alanına yaslanan birkaç değişik eylemlilik öneriyorlar. Sosyalist partilerimiz hemen her seçimde yaptıkları gibi ‘bu seçimin’ en önemlisi olduğunu söylüyorlar. Bu, seçime dair değerlendirmelerinin her seçim için ayrı oluşturulduğu ve seçim sonrasını da içeren bir stratejilerinin bile olmadığının açık göstergesi. Bu seçimde şunu yapalım sonrasını sonra değerlendiririz demenin bir şekli. Uzun erimli bir strateji ile oluşturulmuş devrimci sürecin, içinde bulunduğumuz seçim günündeki etkinliğimizi belirlediğini ve sosyalist yapıların bu eksende bir taktik oluşturduklarını hangimiz iddia edebiliriz ki. Bırakın uzun erimli bir stratejik sürecin parçası olan taktiksel bir seçim değerlendirmesini, her seçim tek başına stratejik bir süreç olarak önümüze sürülüyor. Sosyalist akılla, her seçime ölüm kalım hali olarak giriyoruz ki bu bile başlı başına Marksizm dışı bir durum. Sosyalist yapılardan gelen değerlendirmeler, seçimi tek başına stratejik bir algıyla okuyup, parlamenter sistemin bu sürecinin sonunda ulaşılacak olan sonucun getirip götürebileceği söylenen ‘demokrasi’, ‘özgürlük’ gibi burjuva kavramsallıkların, stratejik devrim sürecinin temel belirlenimleri olduklarını öne sürebiliyorlar. Hangi şekilde bir eylemliliği önerdiklerinden bağımsız olarak, hepsi Burjuva kavramları kullanan ve burjuva yöntemin içinde kalan bu önerilerine uymanın “iyi” olacağını vazediyorlar. Önemli olanın bunu görüp aşmak olduğu, seçimde (bu nesnellik içindeyken) sadece ne yapmak olmaması gerektiği kanaatindeyiz. 

Örgütsel bir duruşun uzantısı olmayan ve bir örgütün, işçi sınıfının aklı ve kavramlarıyla okuduğu uzun bir çözümlemenin bir cümlesi olamayan bir eylemlilik hali etkisiz ve yetkisizdir. Söz aramızda, ölmekte olan bir hastaya ne yersen ye dendiği gibi, içinde bulunduğumuz durumda ne yapmalının bireye yönelik sandık eksenli önerisi, ne yaparsan yap olur ancak. Sınıf mücadelesinin taktiksel bir aşaması olarak değil de savaşın tüm cephesi olarak nitelenen seçim sandığı önüne, tek başına dikilen ve bir şey yapması istenen örgütsüz insanın üretebileceği bireysel bir çözüm yok. Seçim sürecini, burjuva kavramsal zeminin dışında tartışmanın mümkün ve zorunlu olduğunun hızla görülmesi gerekiyor.

Bu yazı https://sendika.org/2023/05/burjuva-diktatorlugunde-secim-684432/ Yayınlanmıştır.


[1] Marx, Fransız Üçlemesi, çev; Erkin Özalp, Yordam yay. S. 72

[2] Kevin Anderson, Lenin, Hegel ve Batı Marksizmi, çev: Ertan Günçiner, Yordam Yayınları, s: 241

Yorumlar kapatıldı.