İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Depremin Dili ve Kamuculuğun Eleştirisi

Deprem insanı değil işçi sınıfını öldürür. Bu tarihsel materyalizme ve ekonomi politiğe aşina her göz için açık bir gerçekliktir. Sınıflı bir toplumda ‘insan’dan ancak bir soyutlama olarak bahsedebilirsiniz. Soyut bir kavramı da depremin somut beton blokları ezemez. Sınıflardan bahsetmek istemeyen ancak dürüst bir yer bilimciyseniz ‘deprem fakirleri öldürür’ de diyebilirsiniz. Nasıl, yoksulluk kelimesi her kullanıldığında sömürüyü gizliyorsa, buradaki fakir kelimesi de sınıfları gizlemeye yarar ama gene de ‘insan’ soyutlamasından çok daha yüksek bir belirlenime sahiptir.

Doğal afetler toplumsal felaketler değildir. Toplum, Marx’ın dediği gibi, onu oluşturan sınıfları görmezseniz boş bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Soyut toplumun başına somut bir şey gelemez. Doğal afetler sınıflı kapitalist toplumda, egemen olmayan sınıfın başına gelen felaketlerdir.

Depremin dilini düzeltirken bir şey daha ekleyelim: Tüm doğal afet ve insan yapımı afetlerde işçi sınıfının ölmesine neden olan ekonomik, siyasi, fiziksel olgular bu mertebeye, egemen sınıf olan burjuvazinin bilinçli ekonomi politik tercihleri ile yükselirler. Siyasi egemenliğe sahip burjuva sınıfın, çıkarları çerçevesinde verdiği ekonomi politik kararlar tam bir bilinçlilik halinin sonucudur. Burjuvazinin sınıfsal çıkarları ile oluşturduğu tercihlerin yıkıcı bedeli -birkaç rezidansın çökmesi gibi burjuvazi içi kazalar içerse de- temel olarak işçi sınıfının yaşamı üzerine fatura edilirler.

Dilimizi düzeltmeye devam edelim; depremde binalar yıkılmaz. Kapitalist sistemin egemen sınıfı olan burjuvazinin, sınıfsal çıkarlarına göre inşa edilen işçi barınakları yıkılır. Depremde salt fiziksel bir enkazın altında kalınmaz, burjuvazinin ekonomi politik tercihleri ile oluşturulmuş bir enkazın altında kalınır.

Bu dilsel düzeltmelerden sonra açıklıkla görülür ki deprem ya da doğal afetler bir uygarlık sorunu, bir medeniyet sorunu, bir akılcılık sorunu değildir. Yıkıma neden olan, bir bilememe hali ya da öngörememe çaresizliği değil burjuva kapitalist sistemin tam bir bilinçlilikle içinde olduğu ekonomi politik yönelimlerdir. Enkazın altında kalan ya da enkazın altında kalan kardeşlerini gören bizlere akıl dışı, bilim dışı görünen bu yıkıcı tercihler, burjuva sınıfının hakim olduğu ülke ve kendisinin sermaye birikimi ölçekleri içinde, kapitalist sistemin uluslar arası rekabet koşulları ekseninde verdiği ya da kendince vermek zorunda kaldığı, sınıfsal çıkarları için en ‘rasyonel’ olan tercihleridir. İşçi sınıfı işte bu tercihlerin altında kaldı ya da sınıf kardeşlerini onun altından çıkarmaya çalışıyor.

Burjuva sınıfının bu ‘rasyonel’ tercihlerinin, doğal afetlerin fiziksel ölçekleri ile uyuşmadığı anları, işçi sınıfının tüm varlığının ve hayatının kaybı olarak, burjuva sınıfının da belirli oranda sermaye ve servetlerinin kaybı olarak yaşarız. Yıkım işçi sınıfının bazı bireylerinin yaşamla bağını koparırken kalanları da daha yoğun sömürü koşullarına iter. Yıkım burjuva sınıfı için, uluslararası kapitalist rekabette ve sermaye birikim sürecinde bir miktar geri düşmek anlamına gelecektir.

Depremin tek muhatabı yapılan vurguncu müteahhit ise ancak içinde yer aldığı ve toplu çıkarlarına hizmet ettiği burjuva sınıfın izin ve onayını alarak vurgunculuğa soyunabilmiştir. Üstelik vurgunculuğunun sınırı, kendisini savunurken açık yüreklilikle söylediği gibi sınıfının topunun vurgunculuğundan farklı olmadığı gibi, sınıfının onayından da azade değildir. Burjuva sınıfın toplam çıkarına hizmet etmeyen ve ortalama vurgunculuk oranlarını çok aşan bir müteahhit kapitaliste, ilk önce kendi sınıf kardeşleri olan diğer burjuvaların müdahale edeceğinden hiç kuşkumuz olmamalıdır.

Her şeyi adıyla çağırınca önümüze çıkan açık tablo göstermektedir ki, sınıf kardeşimizin otopsi raporunda ölüm sebebi olarak ‘kapitalist sistem’ yazmaktadır. Bunun, bu yazının konusu olmayan ekonomi politik teferruatı çoktur ama lamı cimi de yoktur.

Kapitalizmin Diliyle Söylenince

Kapitalizmin diliyle konuşan burjuvazi bize, soyut bir ‘tolumun’, soyut ‘insanlarının’, pek ‘doğal’ bir afette, ‘bilinçle yapılması mümkün olmayacak’ kadar akıl dışı üretilmiş olmakla her tür ‘kazaya’ açık yapılar içinde ‘sınıfsız ve eşit’ olarak, ‘talihsizce’ öldüğünü söylemektedirler.

Burjuvazi bize, bir bütün olan ‘toplumdan’, aralarında hiçbir sınıfsal fark olmayan ‘insanlardan’ bahsetmektedir. Hani her kriz anında önümüze gelen aynı gemide olma durumu var ya, hani hep tasada ve kederde bir olan o sınıfsız hayali toplum tarifi. İşte o soyut hayali toplum, bir depremle sarsılmış ve bilinçli sınıfsal bir tercihle yapılmamış, sadece bir hata, bir sorumsuzluk örneği olarak inşa edilmiş barınakların altında kalan eşit ve özgür insanlar ölmüş. Bilinçli sınıfsal bir tercihin ürünü olmayan bu hatanın sorumlusu olarak da vurguncu müteahhitleri suçlayıp, tüm süreci bir sistem sorgulamasından, adli bir soruşturmaya indirgemeye uğraşıyorlar.

Bu burjuva dil, Hrant’ın ölümünü nasıl salt adli bir olaya indirgemeye çalışıp, önümüze tek başına bir katil çocuğu tetikçi olarak çıkarttıysa, aynı dil ve akılla, Hrant’ın onbinlerce kardeşinin öldüğü bu olayda da önümüze birkaç vurguncu müteahhit çıkarıp gerçeği gizleme çabasındadır.

Hrant’ın var olma çabasının, katili kışkırttığı savunmasını yapan örgütlenmiş burjuva sınıf egemenliği olarak devlet, depremde ölen Hrant’ın kardeşlerinin var olabilme, yaşayabilme, çabalarının sonucu olarak mahkum oldukları ucuz ve niteliksiz barınma koşullarını kabul etmelerini, ölümlerinin savunusu olarak önümüze koymaktadır. Burjuvazi için, olası İstanbul depreminde çökeceği kesin olan binalarda ölümü bekleyerek oturan işçi sınıfının bu davranışının sebebi de, kiracı ise cahillik ve vurdumduymazlık, ev sahibi ise mal sevdasıdır. Burjuvazi için; emek gücü metasını pazarda satmakta özgür olan işçi, bu satışın onu mecbur bıraktığı yaşamı sürdürme çabasının yokluklarının sorumluluğunu yüklenmekte de özgürdür.

Dilimizi ve Aklımızı Karıştıran Kamuculuk

İşçi sınıfı ile burjuva sınıfının dilinin ve dolayısıyla kavramlarının ayrılığını göstermek nispeten kolayken, iş ‘kamu mülkiyeti’, ‘kamuculuk’, ‘kamu denetimi’ gibi kavramlara gelince oldukça zorlaşmaktadır. İşçi sınıfı ekseninde söz söyleyen birçok akıl, kamuculuk kavramı içinde kendini bir çıkmaza sokmaktan kaçınamamaktadır. Bu konuyu biraz açmaya çalışalım.

Sınıflı toplumlar tarihinde, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde, egemen sınıfın devlet örgütlenmesi, egemen sınıfın her bireyi ve onların ayrılmaz çıkarlarıyla tam olarak örtüşür. Bu üretim şekillerinde kendini devlet egemenliği olarak örgütleyen sınıfın bireyleri arasında tam bir birlik vardır ve bu birlik dolayısıyla siyasi iktidar egemen sınıfın tek tek bireyleriyle de tam olarak örtüşmektedir. Daha önceki üretim biçimlerinin aksine kapitalizmde, burjuva sınıfın bireyleri arasında böylesi tam bir birlik yapısal olarak oluşturulamaz. “Burjuva-kapitalist dünya da hüküm süren rekabet ilkesi,… siyasal iktidarın tekil girişimciye bağlanmasına hiçbir biçimde izin vermez”(Pasukanis). Burjuva-kapitalist devlet örgütlenmesi bu nedenle kapitalist rekabet içindeki burjuva bireylerin değil, burjuva sınıfının bütünlüklü çıkarları çerçevesinde örülür. Burjuva sınıf iktidarının, tek tek burjuva kapitalistler ile arasına bir dolayım girmesinin nedenini bu oluşturur.

Bireysel kapitalistler ile burjuva sınıfının egemenliğini örgütlediği devletin arasında gördüğümüz dolayımın bizim için en kafa karıştırıcı noktasını, kamu mülkiyeti, kamu denetimi alanları oluşturur. Burjuva sınıf devletinin, bireysel kapitalist özel mülkiyetlerinin dışında, burjuva sınıf bütünlüğü içinde edindiği mülkleri biz, kamu mülkü olarak görürüz. Burjuva sınıfının topyekûn sınıfsal çıkarları çerçevesinde işlev gören ve bazı özel koşullarda bireysel kapitalistlerin çıkarlarıyla uyuşmayan noktalara ilerleyebilen denetim ve kontrol mekanizmalarını, kamu denetimi olarak okuruz.

Kamu mülkiyeti, tek tek burjuva bireysel sermayelerin dışında dursa da ve burjuvazinin tek tek bireysel sermayelerinin tekil çıkarları ile şekillenmiyor görünse de, bir bütün olarak burjuva sınıfın, sınıfsal çıkarları içinde varlık bulur ve hareket eder. Kamu mülkiyeti ve kamu denetimi, tek tek burjuvaların çıkarlarına bazen karşı görünse ve bu bireysel kapitalistlerin bazen karşısında yer alsa da o, burjuva sınıfın sınıfsal çıkarlarının koruyucusu ve kollayıcısı olarak var olmaktadır. Kamu mülkiyetinin sınırları ve kamu denetiminin gücü, burjuva sınıfın siyasi iktidarı tarafından oluşturulur ve ancak burjuva sınıf çıkarlarını güçlendirme yönünde hareket edebilirler.

Kamusal alan, ancak burjuva sınıf iktidarına hizmet için var olur, kamu denetimi, ancak burjuva sınıfın koşulsuz çıkarlarının keyfiyetini gizlediği ölçüde biçimsel bir denetim uygulayabilir. Kamusal mülkiyeti ve denetimi burjuva sınıf iktidarından kısmen veya tamamen kurtarılmış bir alan olarak görmek tam da burjuva iktidarının yaratmaya çalıştığı halüsinasyona kapılmak demektir.

Sınıfının dilini ve kavramlarını kaybeden bir akıl, bunca yıkımı ve ölümü yaratan burjuvazinin özel mülkiyetine yaslanan çıkarlarından kurtulma yolunu, burjuva kapitalist devletin kamusal mülkiyetine sıçramakta görebilmektedir. Bu bakış kamu mülkiyetini burjuva mülkiyet ilişkileri dışında görme yanılgısını yaşamaktadır. Sorunu yaratanın özel mülkiyet olduğundan yola çıkan bu kolaycı bakış, özel mülkiyeti, kamu mülkiyeti ile aşma teklifiyle gelmektedir. Bu eksende sosyalist mücadele de genel bir kamulaştırma etkinliğine indirgenmektedir. Oysa özel mülkiyetin anti tezi kamu mülkiyeti değildir. Kamu mülkiyeti, kapitalist mülkiyetin ve genel olarak mülkiyetin bir biçimidir.

Burjuva özel mülkiyetinin karşıtı kamu mülkiyeti değil, mülkiyetin ilgasıdır. “Mülkiyetin gerçek antitezi, toplumsal işlev olarak alınan mülkiyet değil, planlanmış sosyalist ekonomi yani mülkiyetin kaldırılmasıdır… Özel mülkiyetin toplum karşıtı yönleri ancak de facto, yani, piyasa ekonomisinin zararına kurulan bir planlı sosyalist ekonomiyle durdurulabilir”(Pasukanis).

Kamu mülkiyeti ve denetimi elbette işçi sınıfı tarafından talep edilip, bunun için mücadele de edilebilir. Ancak unutulmaması gereken şey, kamu mülkiyetinin ve denetiminin, burjuva sınıfın, işçi sınıfı üzerinde örgütlediği siyasi iktidarını sarsmayacağı ve değiştirmeyeceğidir. Tıpkı işçi sınıfının demokrasi talebinin, gerçekleşmesi halinde bile burjuva diktatörlüğünü değiştirmeyecek olması gibi. Kamu mülkiyetinin ve denetiminin yanlış olduğunu söylemiyoruz, kamu mülkiyetinin ve denetiminin,  burjuva mülkiyet ilişkilerini değiştireceği ve bunun bir kapitalist sistem eleştirisi oluşturacağı savını bize sunan ‘kamucuların’ düşüncesinin topyekûn yanlış olduğunu söylüyoruz.

Kamu mülkiyeti ve kamu denetimi, işçi sınıfının, tek tek burjuvaları karşısında görmediği ama burjuva sınıfın sınıfsal çıkarlarını bir bütün olarak tüm acımasızlığıyla deneyimlediği alanlardır. Her yıl iki- üç bin işçinin iş cinayetlerinde öldürüldüğü süreçte kamu pişkince sırıtmaktadır. İşçiler bazen, tek tek kapitalistlerin küçük de olsa bedel ödediklerini görmelerinin yanında kamusal tüm sürecin, bir bütün olarak burjuva sınıf iktidarını koruyup güçlendirdiğini her daim deneyimleme şansına sahip olmaktadırlar. İşçi sınıfı, özel mülk madenlerde öldükten hemen sonra kamu mülkü madenlerde can vermekte sonra da kamu denetimi içinde, mülk sahipleriyle hesaplaşmaktadır. İşçi ölümlerinin kanıtı toplu mezarlarda yatmaktadır, hesaplaşmanın kanıtlarını ve sonuçlarını ise okur, medyadan ve baro bültenlerinden araştırabilir ya da azıcık izanı varsa zaten ne olduğunu olacağını tahmin eder. Mülkiyetin adını özel mülkiyetten kamu mülkiyetine çevirmeniz, mülkiyeti ve mülkiyet üzerine kurulu burjuva diktatörlüğünü fiziksel olarak hiç değiştirmez. Adlarını değiştirerek gerçekleri değiştirmeyi en son Proudhon hayal etmişti.

Binayı yaparken düşüp ölen, içinde barınmak zorunda bırakılınca altında ezilip ölen aynı işçi ve aynı sınıfın yüzbinlerle ifade bulan neferidir. Burjuva sınıfın kendi egemenliğini örgütlediği kapitalist devletinde, işçi cinayetleri de, Hrant’ın öldürülmesi de, deprem katliamı da sınıflı toplumun vazgeçilmezi olan sistemik olgulardır. Her biri kaçınılmaz olarak sınıf savaşımının konusu ve alanıdırlar. İşçi sınıfının her kaybının hesabı sınıf mücadelesi alanında sorulur.

Bitirirken

‘İnsanın barınma ihtiyacını karşılayan nitelikli yapıların sermayenin konusu olmaktan çıkarılması’ önerilmektedir. ‘Yeni yapılaşma süreçlerinin rant baskısı ile kadük olmasının önüne geçilmesi’ talep edilmektedir. Sermayenin özel mülkiyet tuzağına düşmemek için ‘kamusal mülkiyet ve kamusal denetim’ talepleri yükselmektedir. Kapitalizmin kavramsal zemininde ve hiç de işçi sınıfı diliyle yapılmamış olmasına rağmen bu ‘akılcı’ değerlendirmeler ve dilekler bize, kapitalizmin her ‘akılcı insan’ için bittiğini göstermektedir. Burjuvazinin sınıf iktidarı olan kapitalist devlet egemenliğinde, ne sermayenin konusu olmayan, ne ranta konu edilmeyen, ne de burjuvazinin çıkarını ve iktidarını yeniden üretmeyen hiçbir etkinliğe yer yoktur. Yani bu gayet ‘insani’, gayet ‘uygar’, gayet ‘akılcı’ dileklerinizin gerçekleşmesi, siyasi iktidarı burjuvaziden almaktan geçer. Siz isteseniz de istemeseniz de sınıfınızın dili, kavramları ve sınıf savaşımı evinize kadar girmektedir. Bazen o evi yaparak bazen de yıkarak.   

Bu yazı 26.03.2023 Tarihinde https://www.birgun.net/haber/depremin-dili-ve-kamuculugun-elestirisi-426217 Bir Gün Gazetesinde yayınlanmıştır.

Yorumlar kapatıldı.