Burjuvazi, içinde bulunduğu kapitalist kriz koşullarının gerektirdiği, sınıfsal çıkarlarını korumak için uygulamak istediği ekonomi politik kararları alabileceği, sakin dönemlerin biçimi olan burjuva demokratik yapılanmasının da dışına taşan bir rejim şekline yönelmek durumunda kaldı. Parlamentarizmi aşan, baskıcı, otokrat, anti demokratik bu siyasi iktidar, burjuvazinin ihtiyaçları çerçevesinde, içinde bulunulan olağanüstü duruma istinaden inşa ve istihdam edildi. Daha önceki yazılarımızda buna Bonapartist bir yapı denebileceğini dile getirmiştik.
Bonapartist iktidarımızın burjuvazi için gerekli olmasını sağlayan olağanüstü şartlar hemen herkes için açık. Kapitalizmin hem ülke içindeki hem de dünya ölçeğindeki yapısal sorunlara yaslanan krizi bu dönemi olağanüstü kılıyor ve baskıcı rejimleri burjuvazi için gerekli hale getiriyor. Sınıf çelişkileri sertleşip keskinleşiyor ve bu nedenle de siyasi iktidarın sahibi burjuva diktatörlüğü, egemenliğini sürdürmenin koşullarını açık zor uygulamak dışında oluşturamıyor. Bu hem burjuva demokrasisinin askıya alınmasını ve baskıcı, otokratik bir daralmayı ifade ediyor hem de yazının sonunda değineceğimiz devrimci bir durumun da temelini oluşturuyor. Oysa seçim için yapılan tüm değerlendirmeler, iktidarın anti demokratik yapısı ile ilgili olmanın ötesine hiç geçemiyor. Sandıkta tartışılanın sadece ‘burjuva demokrasisinin’ yokluğu olgusu üzerinde şekillenmesi, burjuvazinin başarısı ve devrimci politik yapıların başarısızlığı olarak karşımızda duruyor.
Anti demokratik, baskıcı bir siyasi iktidarın, üstelik kapitalist kriz koşullarında, yoğun bir işçi sınıfı itirazı ile karşılaşması doğaldır. İşçi sınıfının itirazının başlama noktası neresi olursa olsun, eğer saptırıcı bir müdahale yapılmazsa bitiş noktası burjuva diktatörlüğünün sorgulanması olacaktır. Bu nedenledir ki, burjuva demokrasisi dışındaki bu iktidara karşı oluşan tüm sınıfsal tepkinin, burjuva parlamenter alanda tutulması ve sönümlenmesi burjuvazi için oldukça önemlidir. Burjuva diktatörlüğün alanı olan parlamenter demokrasi, her tür sınıfsal karşıtlığın görünmez kılınması ve her tür sınıfsal sürecin kadük bırakılmasının mümkün olduğu bir alandır. Burjuvazi için, sınıf savaşımını bu cepheye çekmek hayatidir. Burjuvazi için seçim tartışmaları bu eksende kurulmalı ve ‘yüksek ve vazgeçilmez idealler’ içeriğiyle doldurulmalıdır.
Burjuvazinin seçimlerde tartışılmasını istediği içerik tarih boyu pek değişmedi. Marx’ın, Lasalcıların kendilerince sosyalizme yüksek idealler ekleme çabalarına karşı “sosyalizme… materyalist temelin yerine modern mitolojinin Adalet, Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik tanrıçasını koymak isteyen toy öğrenciler ile üstün zekalı diplomalılardan oluşan bütün bir yığın” diyerek eleştirdikleri bugün adeta karşımızda durmaktadır. Sandığın, baskıcı, anti demokratik bir otokrata karşı, demokrasi, adalet, özgürlük vb. için kurulduğu iddia edilmektedir. Burjuvazi, gereksinmeleri üzerinden inşa ettiği siyasi iktidara karşı çıkılmasının çerçevesini, burjuva demokrasisi içindeki ‘mitolojik’ kavramlarla sınırlandırma başarısını göstermiştir. Burjuvazi, seçimi kendi parlamenter alanını asla sorgulamayan bir cepheye ve üstelik burjuva diktatörlüğünü asla tartıştırmayan bir içerikle kurmayı becermiştir.
Burjuvazinin bu becerisinin yanında, üstelik ne yazık ki ona çok yardımcı olan, oldukça beceriksiz bir devrimci politik yapılar yığını vardır. Devrimci sosyalist yapılar da, içinde bulunduğumuz sürecin anti demokratik yapısını, burjuvanın ona duyduğu ihtiyaç ile ilişkilendirmek yerine, ‘tek adamın’ veya ‘saray rejiminin’ politik hırslarına bağlamışlardır. Burjuva diktatörlüğünün içeriği olan ‘mitolojik’ kavramları, sınıf egemenliğinin son bulmasından sonraki gerçekleri ile karıştırmışlardır. Bu nedenle burjuva demokrasisi içinde gerçekten demokrasiye, özgürlüğe, adalete ulaşılabileceğini sanmışlardır. Ulaşılmak istenen sosyalist ufuklar için, öncelikle burjuva demokrasisine dönülmesinin mücadelesinin verilmesi gerektiği, öncelikle burjuva demokrasisi içinde faşizmin, seçim süreciyle durdurulması gerektiği şeklinde söylemlerle işçi sınıfının karşısına çıkmışlardır.
Öncelikle ‘demokrasinin’ sağlanması gerekir söylemi ile tüm sınıfsal tepki, parlamenter alana ve burjuva diktatörlüğü içine hapsedilmiştir. Sandığın konumlandırıldığı bu yer ve oluşturulan içeriği nedeniyle, baskıcı Bonapart ile restorasyoncu muhalefetin, seçmen için sınıfsal duruşu tartışılamaz hale gelmiştir. Buna rağmen, devrimci yapılar hapsoldukları burjuva alanın farkında olmadan, muhalefeti desteklemenin sınıfsal bir duruş olduğunu ilan etmişlerdir. Önerileri, işçi sınıfının, tüm sınıfsal çelişkileri yarına erteleyip, burjuva demokrasisi, adaleti, özgürlüğü için sandık başına gitmesi olmuştur. İşçiler, işçi sınıfının gereğini, burjuva diktatörlüğü içindeki burjuvazinin oyununda sergilemekle yükümlü kılınmışlardı. Devrimci sosyalist yapıların ve Kürt özgürlük hareketinin içine girdiği bu burjuva kafes, özellikle ikinci turda çok daha daralmış ve can sıkıcı kokular salmaya başlamıştır. Özgürlük, adalet, hukuk gibi mistik kavramlar üzerinden başlayan burjuva kavramlara teslimiyet, göçme karşıtlığı, Kürt hareketini terörle tanımlayan anlayışa teslimiyet, faşizmin en yüksek hali olarak Türk milliyetçiliğini kutsama biçimlerine dönünce de sürdürülmek zorunda kalınmıştır. Hiçbir stratejiye bağlı olmadan, işçi sınıfına, oyunu burjuva demokrasisini savunmak için kullanmasını söyleyenler, şimdide sıkıştıkları burjuva alanda mecburen, burjuva politik gerekçeler üretmeye çalışmaktadırlar.
Devrimci sosyalist yapıların içine düştükleri bu yanlış bilinç sorunundan, en azından seçim sonrasında uyanmaları beklenebilecekken, bu beklentinin tam tersine daha büyük bir değerlendirme yanlışı ile karşımıza çıkmaya başladılar. Seçim sonuçlarına bakan ve bekledikleri burjuva değişimi göremeyenler, işçi sınıfından oluşan seçmen kitlesini, bilinçsiz olmakla suçlama yoluna yönelmişlerdir. Devrimci politik yapılarımız ve entellektüellerimiz, sınıf ekseniyle burjuva politik alana bakacaklarına, tersine burjuva politik alana bakarak işçileri sınıflamaktadırlar. Burjuva demokratik alanı o denli makbul kabul etmektedirler ki, bu alanda alınan pozisyona göre, işçileri bilinçsiz ilan edebilmekte hatta sınıflarından bile aforoz edip, onları çürümüş, lümpenleşmiş, insani ve toplumsal değerlerini yitirmiş ilan edebilmektedirler. Devrimci sosyalist yapıların sorumluluktan kaçmalarını sağlayan ve faturayı sınıfa kesmelerine imkan veren şey, ‘bilinci’ burjuva bir kavramsallıkla ele almalarından geçmektedir. Bilincin burjuva ve Marksist okumaları arasındaki ayrıma kısaca değinelim.
Bireysel ve Toplumsal-Sınıfsal Bilinç
Aydınlanma kuramının ya da pozitivizmin metafiziğinin anlayışına göre, bireyin bilinci, bireyin salt öznelliğine aittir. Bu keskin öznellik tarifi, bireyin tekil varlığına hapsedilmiş bir bilinçlilik halini tarif eder. Toplumsal bilinç ya da daha doğrusu sınıflı toplumda sınıfın bilinci ise, bu ‘öznel bilinçli’ bireylerin, bilinçlerinin bir ortaklığı, ortalaması olan ‘soyut’ bir kavram şeklinde ifade edilir. Nesnel varoluşları içinde bulunan bireyler ve onların salt ‘öznel’ bilinçleri dışında, sınıf ve sınıfın bilinci bir soyutlama olmakta ve nesnellik taşımamaktadır. Sınıf, tek tek bireylerin toplamından başka bir şey olmayan bir yapı olmakla, insan aklının oluşturduğu bir kavramsallaştırma olmakla, soyuttur. Bir soyut yapı olarak sınıfın bilincinden de bahsedilemeyeceği açıktır. Sınıfın bilincinin ancak ona katılan ‘öznel’ insan bilinçleri üzerinden belirlenen ve değişen bir ortalama olduğu düşünülür. Burjuvazinin amentüsü bu yöndedir.
Marksizm, bireysel insan bilincinin öznel olduğu denli toplumsal bir kaynağı olduğunu söyler. Bireyin bilincinin kaynağını, öznelliği aşan bir çerçeveye oturtan, üstelik sınıfın ve sınıfın bilincinin, bireylerin bir toplamından ibaret olmadığını ve nesnel olduğunu gösteren de Marksizmdir. “İnsan bilincinin –toplumsal ve bireysel- oluşumu ve işlevliliğine ilişkin bilimsel çözümleme yöntemini Marx buldu. Bilincin araştırılması işinin hedefi sonuçta bireyin öznelliği olmaktan çıkıp, etkinliğin toplumsal sistemleri olarak değişmek durumunda kaldı”. A. N. Leontyen’in sözlerinden de anlaşıldığı gibi, bilincin bireyin salt öznel bir ürünü olmadığını, bireyin içinde yer aldığı toplumsal üretim şeklinin biçiminde şekillendiği Marksizmin bilimselliğidir.
Bilinç, kendinden menkul öznel bir bilme, aydınlanma hali değildir, insan toplumunun kendini üretme etkinliğinin bir bileşeni olarak, bu etkinliğin bilinç bileşeni olarak var olur. Leontyev’den devam edersek “Çok açık ki bilinç yapısının açıklanması, bilincin gerekliliğini yaratan insan etkinliğinin kendine özgü niteliklerinde, etkinliğin nesnel, üretici karakterinde kendini göstermektedir”. İnsan bilinci, salt beyin dokusunun gelişmesiyle, bu dokunun fizyolojisiyle ve tekil birey bazında oluşan biyolojik bir süreç olarak açıklanamaz. Varlığının toplumsal üretimini, doğasının biyolojik oluşumunda doğrudan taşıdığı kodlar dışında üretmeye başlayan insanın, bu üretim etkinliğinin bir bileşeni olarak sahip olduğu bilinç, bu nedenle nesnel üretim etkinliğinin biçimine sıkı sıkıya bağlıdır. Burjuvazinin iddiasının aksine bilinç, üretim etkinliğinin öncesinde bir akıllanma hali olarak varolmaz, tersine bu etkinliğin sonucu ve bileşeni olarak hayat bulur. Nesnel üretim etkinliğinin içeriği olan bilinç, sınıflı toplumlarda üretim etkinliğinin bölünmüş hali içinde, bireyler üretim araçları karşısında aynı olmayan pozisyonlarda konumlandıklarından, bu pozisyonlara bağlı sınıfsal içerik edinir. Bu sınıfsal içerik, nesnel üretim etkinliği içindeki nesnel bir konumu oluşturmakla, nesnel bir sınıfı ve onun nesnel bilincini içerir.
Bireyin bilincinin, sınıfın bilincine doğru gelişiminde de salt anlamlar arasında bir seçim ya da anlamlardan doğruyu seçme yönünde bir yönelim olmadığını belirtir Leontyev: “Eğer birey belli durumlarda seçmeye zorlanmaktaysa, seçim, anlamlar arasında değil, bu anlamlar ile gelen, kavranan, çatışan toplumsal durumlar arasında olmaktadır”. Buradaki seçimin, toplumsal dönüşüm süreçlerini, devrimci süreçleri ifade etiğini, bizim devrimci sosyalist yapılarımızın şu aralar tüm akıllarını dolduran burjuva parlamenter seçim olmadığını hatırlatalım.
Marksizmin bilimsel çözümlemesiyle değil de, aydınlanmanın, pozitivizmin kavramlarıyla baktığınızda; Kadıköy’ün kafelerinden işçi sınıfı bilinci fışkırdığına, bunun yanında Sivas’ın, Kayseri’nin, Erzurum’un Organize Sanayi Bölgeleri’ndeki fabrikaların işçilerinde de, işçi sınıfı bilincine rastlanamadığına inanmanız işten bile değildir. Bilincin ve işçi sınıfı bilincinin, üretim etkinliğine ve üretim etkinliğindeki eşitsiz konuma yaslandığı, burjuva tarifle bir akıllanma halini ifade etmediği unutulmamalıdır. Bu noktada, bilince ve sınıf bilincine sahip olmayanın işçi sınıfı olmadığı, bilincin ve sınıf bilincinin Marksist çözümlemesine sahip olmayan devrimci sosyalist yapıların büyük bir çuvallama içinde oldukları açıklıkla görülebilmektedir.
Devrimci Durum
Başlarken, kapitalizmin kriz koşulları nedeniyle, burjuvazinin, demokrasi dışı bir Bonapartist iktidarı gereksindiğinden bahsetmiştik. Bu baskıcı sürecin oluşturduğu anti demokratik durumun olumsuzlukları zaten herkesin malumu ancak bir de içerdiği devrimci yan var. Burjuvazinin ihtiyaç duyduğu burjuva demokrasisi dışı baskı, işçi sınıfını olağan dışı bir baskı altında tutulması gereği nedeni ile burjuvazi tarafından tercih edilen bir durum. İşçi sınıfı olağan dışı bir baskı altında tutulmalı çünkü yapılan ve yapılacak olan düzenlemelerle burjuvazinin yoğun bir saldırısı altındalar ve daha da saldırıya uğrayacaklar. Kapitalist krizin gereği olarak sınıf savaşımı keskinleşecek, burjuvazinin Bonapart’ı inşa ve istihdam etmesinin gereği burada. Açık ki aynı durum işçi sınıfının kalkışmasını ve devrimci bir durumun oluşmasını da içeriyor. Tekrar edelim, açık ki kapitalist kriz ve krizin ihtiyaç duyduğu baskı, karşısında keskinleşen bir sınıf tepkisi ve devrimci dönüşüm durumu da sunuyor. Bu durumda en önemlisi de, devrimci durumun ‘önce burjuva demokrasisini sağlayıp’ sonra mücadeleye devam edilmesi yönünde bir kararla ıskalanmaması. İşçi sınıfını baskı altında tutmak için burjuva demokrasisinden gönüllü olarak vaz geçen Türkiye burjuvazisidir. Burjuva demokrasisinden vazgeçmiş burjuvaziye karşı burjuva demokrasisi savunuculuğunda kalmak devrimci sosyalist bir mücadele ekseni olmasa gerektir.
Üstelik burjuva demokrasisi ve dolayısıyla parlamenter alanın ‘üstünde’, ‘dışında’ oluşturulmak zorunda kalınmış olan Bonapartist yapı, işçi sınıfı hareketlerini de daha doğuşunda parlamenter alanın örtüsünün dışına savuruyor. Burjuva diktatörlüğünün içinde bulunduğumuz şekli, parlamentoyu dışlamakla daha kolay uygulanabilme şansını burjuvaziye sunarken, öte yandan parlamentonun tüm maskeleyici yönlerinden burjuvazinin yararlanmasını da önlüyor. Elbette bu durum devrimci politik yapılarımız, işçi sınıfı hareketini zorla parlamenter alana tıkmaya çalışmadıkları takdirde geçerli bir avantaj. ‘Ayaklarınız yere bassın, ne devrimci durumu, biz öncelikle şu istibdat rejiminden bir kurtulalım, gerçekçi olalım, sonra devrimci süreçleri kovalarız’ dedikleri sürece ve süreci parlamenter demokrasi mücadelesine dönüştürmeye çalıştıkları müddetçe trajik bir yanlışın içinde kalmaya devam edeceğimiz açık. Bu şekilde, işçi sınıfının kovalaması gereken mücadele sürecinin eksenini devrimci dönüşümden parlamentoya çevirme önerisi sunulmuş olunur ki bunun çözüm olmadığı sınıf tarafından hemen görülecektir. Bir sonraki adımda da olmayan çözümün yerini faşizmin sunduğu yalancı çare alıverir ki bunun sinyalleri bugün bile açık olarak görülmeye başlanmıştır.
İşçi sınıfına karşı tarihsel misyonunu yerine getiremeyen devrimci sosyalist yapıların vebali birikmektedir. Gelen günlerde kapitalist krizin işçi sınıfı için yaratacağı devasa yıkımın önlenmesinin sorumluluğu devrimci sosyalist yapılardadır. Bu sorumluluğun, kapitalizmin egemen sınıfı burjuvazinin diktatörlüğü altında, burjuva demokrasisi kurma mücadelesi verilerek ya da daha kötüsü, böyle bir mücadelenin sonrasına havale edilerek yerine getirilmesi mümkün değildir.
Bu yazı https://umutsen.org/index.php/burjuva-demokrasisi-ruyasi-alper-oztas/ yayınlanmıştır.
Yorumlar kapatıldı.