Türkiye burjuvazisi hem sınırları içindeki ekonomi politik sorunları aşacağı hem de dünya kapitalizmi içindeki çalkantıları göğüsleyeceği yürütmeyi oluşturacak burjuva hükümete karar vermeye çalışıyor. Yazımızda yaklaşmakta olan seçimlere Marksist kavramlarla bakmaya ve içinde bulunduğumuz burjuva diktatörlüğünün güncel biçiminin nasıl okunması gerektiğini eleştirel bir çerçevede incelemeye çalıştık.
Seçimin Zemini Olarak Kapitalist-Emperyalist Devlette Burjuva İktidarı
Seçim ve genel oy hakkının tanınması kapitalist toplumu temel bir çelişkinin içinde bırakır. Bunu Marx şöyle tarif eder: “Toplumsal köleliklerini ebedileştirmesi gereken sınıfları, yani proletaryayı, köylüleri ve küçük burjuvaları, genel oy hakkı aracılığıyla siyasal iktidarın sahibi yapıyor. Buna karşılık, eski toplumsal iktidarını onayladığı sınıfı, yani burjuvaziyi, bu iktidarın siyasal güvencesinden yoksun bırakıyor. Siyasal iktidarını, her an düşman sınıfın zaferine yardımcı olan ve burjuva toplumun kendi temellerini tehdit eden demokratik koşullarla baskı altına alıyor. Birilerinden siyasal kurtuluştan toplumsal kurtuluşa doğru ilerlememelerini, diğerlerinden ise toplumsal restorasyondan siyasal restorasyona doğru gerilememelerini istiyor.”[1]
İktidarı burjuvaziye bırakan ve aynı zamanda genel oy hakkını tanıyan Fransız anayasasının yarattığı çelişki için söylenen bu sözler aslında her kapitalist toplumun yaşadığı durumu ifade etmektedir. Kapitalist toplumda fiili iktidar burjuva diktatörlüğü olarak şekillenir. Ancak bu diktatörlük feodalizmin diktatörlüğünden, köleci toplumun diktatörlüğünden farklıdır. Fiili iktidarların tamamını aynılaştırarak tümüne ‘egemenlerin diktatörlükleridir’ demek bir soyutlama olarak doğrudur ancak soyutlama olması nedeniyle de hiçbir açıklayıcılığı yoktur.
Marx, burjuva iktidarının iç çelişkisini, fiili iktidara burjuvazi sahip olsa da, bu iktidarın siyasi sahipliğinin seçim ve genel oy hakkı ile proletaryaya, köylülüğe ve küçük burjuvaziye ait kılınmasında saptıyor. Bu çelişkili içyapısını korumak için sistem, siyasi iktidara sahip kıldığı proletarya ve köylülüğe fiili iktidara sahip olmayı da düşünmemesini söylerken, iktidarın fiili sahibi burjuvaziye de siyasi alanı yok etmemesi telkininde bulunur. Bir gerçeklik olarak yaşanan burjuva diktatörlüğü, bu şekilde içinde olunmaz bir çelişki barındırmaktadır. Meclisin duvarında siyasi iktidarın sahibini gösteren ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ yazar ve aynı mecliste egemenliğin fiili sahibi olarak burjuvazi hüküm sürer.
Parlamentonun salt burjuvazinin egemenlik alanı olduğunu, burjuvazinin meşrutiyet elde etmek için kullandığı bir süs olduğunu saptayan görüşler, biçimi, olguyu tarif etmekte ama özündeki çelişkili durumu görememektedir. Kapitalizm öncesi egemenlerin parlamentoya ve onun sağlayacağı meşrutiyete ihtiyacı yokken, kapitalist burjuva diktatörlüğünün bunlara ihtiyaç duyması bile bize temel çelişkiyi işaret etmektedir. Parlamenter alandaki bu çelişkiyi daha görünür kılmak, keskinleştirmek ve süreçte toplumsal bilinç oluşturmak gerekmektedir. Sosyalistlerin, parlamentoyu, toplumu bilinçlendirmek için kullanmaları, böyle bir çelişki üzerine yüklenmeleri demektir. Aksi, sosyalist vekillerin parlamentoda toplumu bilinçlendirme etkinliği olarak didaktik bir sosyalizm söylemi üretmeleri anlamına gelecektir ki bu doğru değildir.
Çelişkiyi burjuva diktatörlüğünün işleyişinde de açıklıkla görürüz. Lenin bu durumu şöyle saptar: “Her ülkede burjuvazi kaçınılmaz olarak iki yönetim sistemi, çıkarlarını ve egemenliğini sürdürmek zorunda iki mücadele yöntemi uygular ve bu yöntemler kimi zaman birbirlerini izler, kimi zamanda çeşitli biçimlerde iç içe geçmişlerdir. Bunlardan birincisi kuvvet yöntemidir(zor yöntemidir), işçi hareketine her türlü ödünü reddeden yöntemdir, her türlü eski çağdışı kurumları destekleme yöntemi, reformları uzlaşmaz biçimde reddetme yöntemidir… İkincisi ‘liberalizm’ yöntemi, siyasal hakların gelişmesine yönelik, reformlara, ödünlere vb.’ye yönelik adımlar atma yöntemidir. Burjuvazinin bu yöntemlerden birinden ötekine geçişi bireylerin kötü niyetinden ötürü değil, rastlantısal değil, kendi öz konumunun temelden çelişkili oluşu yüzündendir”.[2]
Burjuva diktatörlüğünün bu iki uç arasında gidip gelmesi salt bireylerin (bizim örneğimizde Erdoğan’nın) iradeleri ve yaklaşımlarının sonucu değil yukarıda değindiğimiz iç çelişkisinin de sonucudur. Bu eksende bir kişinin ihtiraslarının ve despotluğunun etkisi ile oluşmuş bir baskıcı hükümetten bahsetmek, o kişiyi eleştirmek bir yana, ona sahip olmadığı bir gücü atfederek övmek anlamına bile gelir. Burjuva diktatörlük ekonomi politik durumun ve konjonktürün gerektirdiği kişilikleri bulmak ve inşa etmekte mahirdir. Plehanov’un doğru ifadesi ile söylersek “kişisel özelliklerinin etkisi yadsınamaz ama, bu etkinin var olan toplumsal koşullarda meydana gelebileceği gerçeği de o ölçüde yadsınamaz”[3]. Üstelik bir kişinin iradesinin, burjuva diktatörlüğünün rengini belirlediğini söylemek, toplumu ve onun hareketini o kişinin ve o kişinin etkinlik gösterdiği parlamenter alanın belirlediğini söylemeye varır ki durum bunun tersidir. Toplumun hareketinin durumu parlamenter alana yansır ve biz parlamentolarda bu durumun vitrindeki yansısını görürüz.
Türkiye kapitalist yapısı 1980 li yıllardan beri, kuruluş dönemi yapısını aşma ve değiştirme sürecinin içinde hareket etmektedir. Bu tür kapitalizm içi yapısal dönüşüm dönemleri, bazı noktalarda burjuvaziyi parlamenter sistemden Bonapartist bir yapılanmaya geçmek zorunda bırakabilir. Bonapartizm yapısal dönüşümleri kolaylaştırırken aynı anda işçi sınıfı hareketini de baskı altında tutmayı da kolaylaştırır. Türkiye kapitalizmi de bu nedenle Bonapartizme yönelmiştir. Yaşadığımızın faşizm olmadığı, Bonapartizm olduğu saptamasına Troçki’den Bonapartizm tanımı vererek açıklık getirmeye çalışalım: “Bonapartizm deyince, ekonomik yönden hakim olan ve demokratik yönetim biçimlerini uygulayabilecek durumda bulunan sınıfın, sahip olduklarını muhafaza etmek amacıyla, kendisinin de üzerinde yer alan denetimsiz bir askeri ve polisiye aygıtı, taçlanmış bir ‘kurtarıcıyı’ hoş görmek zorunda olduğu bir rejimi tanımlarız.”[4]
Türkiye burjuvazisinin, dışarda dünya kapitalizminin krizi olgunlaşırken, bu durumunda etkisinin olduğu bir iç, burjuva yönetim kriziyle yüzleşti. Bu eksende, içine girdiği yeniden yapılanma döneminde oluşan anaforları aşmak için başvurduğu Bonapartizm, iktidar ve muhalefetin ortak onayıyla oluşturulmuştur. Her ikisi de halk oylamasına tabi ve gene her ikisi de dokunulmazlığa sahip olan başkan ve meclis oluşumlarının yarattığı çelişkili durumda, meclis kendi dokunulmazlığından vazgeçerek iktidarı, başkanlığın Bonapatist yapılanışına bırakmıştır.
İçinde bulunduğumuz seçim süreci, başkanlık ekseninde Bonapartizmin devamına ya da güçlendirilmiş parlamentarizm ekseninde Bonapartizmin terkine ve burjuva demokrasisine dönüşe yönelik bir karar olacaktır. Yaşanan depremin de eklenmesi ile ağırlığı artan ekonomik daralma içinden çıkışı hala Bonapartizm ile çözebileceğini düşünen burjuva irade de oldukça yaygın görülmektedir. Bonapartizmin devamından yana oluşabilecek bir tercihin, ağırlaşan ekonomik sorunlar ve buna bağlı sınıf savaşımının keskinleşmesi ekseninde hızla faşizme dönme potansiyeli de ortada durmaktadır. İktidar erkinin parlamento dışında tanımlanması faşizm için bir alan açarken, bu parlamento dışı kalmış erk keskin bir devrimci dönüşümün ön gününü de işaret edebilir. Sınıf savaşının parlamento örtüsünün dışına taşınmasının, baskı ve zoru artırmasına rağmen, bir devrimci dönüşümün potansiyelini de içerdiği unutulmamalıdır. Burjuvazi, parlamenter alanı askıya almakla siyasi bir ayak bağından kurtulur ama bu durum, parlamento alanının yokluğu nedeniyle, sisteme yönelik her eylemliliğin doğrudan siyasi iktidarı hedef alması sonucunu da doğurur. Toplumsal her protestonun doğrudan Erdoğan’a yönelmesi, tek bir kişinin iradesinin sorun yarattığının düşünülmesi veya Erdoğan’ın kişisel varlığının tepki üretmesi nedeni ile değildir. Bu yanılgıyı olsa olsa entelijansiya yaşamaktadır, sınıf bu yanılgıya düşmez. Parlamentonun askıya alındığı burjuva sistemlerde her tür sınıf hareketini siyasi erk, siyasi iktidarının sorgulanması olarak yaşamak zorunda kalır. Herkes için geçerli olduğu üzere, burjuva diktatörlüğü içinde her nimetin bir külfeti vardır.
Parlamenter Alan ve Aktörleri
Parlamentoyu ve parlamenter seçimini sosyalist bir cepheden görerek bu eksende ondan yararlanmak için önce çerçevesini çizmek gerekmektedir. Parlamento, sınıf mücadelesinin o anki durumuna göre bir yansıma verir. Yani parlamentoda oturan kişilere bakarak toplumsal durumu okuyamayız, tersine toplumsal durum parlamentoda görünür olur. Daha açık ifade ile milliyetçi muhafazakar bir siyasi erk parlamentoda egemen olduğu için toplumsal hareket milliyetçi muhafazakar eksene doğru kaymaz, tersidir söz konusu olan. Faşizmi önlemek için, faşist bir partinin parlamenter temsiliyetini azaltmak için yapılacak parlamenter bir çalışma ve seçim mücadelesi, faşizmi önlemeye yetmeyecektir. Çünkü faşizmin yükselişini bir parlamenter yapının egemenliği olarak anlamak ve salt bu parlamenter süreci kırmaya dönük bir mücadeleyi temel alan bir planlama yapmak saflıktır ya da Engels’in tabiri ile parlamenter ahmaklığıdır.
Engels’in parlamenter ahmaklığı tanımı şöyledir: “Bu zavallı, kıt akıllı adamlar, genellikle çok silik olan yaşamları boyunca başarıya benzeyen her şeye o kadar az alışıktılar ki, iki ya da üç oy çoğunlukla kabul edilen cüzi yasal değişikliklerin Avrupa’nın çehresini değiştireceğine gerçekten inanıyorlardı. Yasama organındaki kariyerlerinin başından beri, o umulmaz hastalığa, parlamenter ahmaklığa, talihsiz kurbanlarını tüm dünyanın, geçmişi ve geleceğinin, onları kendi üyeleri arasında görme onuru taşıyan bu özel temsil organındaki oy çoğunluğuyla yönetildiğine ve belirlendiğine…(inanıyorlardı)”[5].
Özellikle seçim ekseninde örgütlenen, seçim sürecinde elde edilecek oylarla hem parlamentoya girmeyi hem de bu eksende parlamentoya faşistlerin girmesini engellemeyi, bir faşizm mücadelesi olarak öne süren sosyalizm yanlılarının daha derin bir değerlendirmeye ihtiyaçları olduğu açıktır. Bu faşizme karşı sosyalist bir mücadele tarifi olmadığı gibi sosyalist partiyi, parlamenter faaliyeti temel alma, onu ana unsur olarak tanımlama yanlışına da düşürmektedir. Lenin, bu şekildeki politikayı “parlamentarizmi sınıf siyasetine tabi kılmak yerine sınıf siyasetini parlamentarizme tabi kılmak…”[6] olarak görüp yanlışlar.
Sosyalist devrimci yapıların tüm mücadelelerini ve varlıklarını parlamenter alanın ve hedefinin dışında oluşturmuş olmaları beklenir. Bu şekilde oluşmuş ve örgütlenmiş sosyalist devrimci yapılar, bir propaganda ve teşhir alanı olarak parlamenter alanı da kullanmaktan kaçınmazlar. Parlamenter alandaki uzantıları her budandığında da kolaylıkla ana gövdelerinden yeni dallar oluşturabilirler. Sosyalist devrimci yapılar, parlamentoları mutlaka kullanırlar ancak bu, parlamento hedefiyle ve parlamenter alan için örgütlendikleri anlamına gelmez. Bu tarz doğru bir örgütlenmenin en iyi örneğini Kürt ulusal hareketi tarihinde görmekteyiz.
Parlamenter Alan Ekseninde Kürt Ulusal Hareketi
Kürt ulusal hareketi, ‘Marksist kuram’ çerçevesinde ve ezilen bir ulusun mücadelesi çerçevesinde başladı. Ezilen bir ulusun özgürlük mücadelesi o ulusun tüm unsurlarını barındırır. Bu hareket, Kürt işçisi ve yoksul köylüsü ile birlikte Kürt burjuvalar içinde bir çekim noktasıdır. Başlangıçta bu hareketi, ‘Marksist kuramın’ da verdiği şekille işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün daha etkin olduğu ve tüm Kürt ulusunu ve onun tüm unsurlarını kapsayan bir hareket olarak görmekteydik.
Bu hareket, tamamen parlamenter alanın dışında oluşmuş bir hareket olarak var olmuş ve gücünü oluşturduktan sonra parlamenter alanı da kullanmaya başlamıştır. Bu Marksist kuramın tam da tarif ettiği şekildir. Kürt ulusal hareketinin parlamenter alanda kurduğu yapılar, onun politikasının temelini oluşturmadığı gibi tam anlamı ile temsilcisi bile olmamışlardır. Hareketin ana unsuru parlamento dışında oluşmuş ve bu doğru yapısını korumuş, bunun yanında tüm yasaklamalarla mücadele ederek parlamenter alanı da kullanmıştır.
Marksizmin sosyalist yapılar için önerdiği yapı tam da budur. Omurgasını ve mücadelesini parlamenter alan dışında kuran yapının, parlamentoyu elinden geldiğince propaganda ve teşhir için kullanmasıdır asıl olan. Kürt ulusal hareketinin parlamenter alanı bu şekilde kullanmasının önüne yasaklama manevralarıyla geçemeyen devlet çareyi hareketi tamamen parlamento içine almakta görmüştür. Uzuncadır devletten ha bire duyduğumuz parlamento güzellemelerinin ve Kürt hareketinin sadece parlamentonun ‘medeni alanında’ kalması gerektiğinin vazedilmesinin nedeni budur. Marksist kuram salt parlamento alanına hapsolmuş bir hareketin burjuva diktatörlüğü tarafından imha edilmiş bir hareket olduğunu bilir. Toplumsal hareketin, parlamenter alanda, tarafların birbirini ikna ederek çıkardığı kural ve yasalar ile oluşmadığı açıktır. Burjuvazi, kendi egemenlik alanına hapsettiği ve kendisi ile pazarlık etmek durumuna soktuğu muhaliflerin kontrol altında olduğunu çok iyi bilir.
Lenin şöyle söyler; “her liberal, işçiler şu ya da bu adımı atsın diye mülk sahibi sınıfları ikna etmeye çalışmasının meşru olduğunu kabul eder; liberalin tek şartı, işçilerin, liberallerin hoşlanmadığı mülksüzleri adım atma konusunda ikna etmeye cüret etmemesidir.”[7] Kürt ulusal hareketi, halkı hareket etmeye çağıran bir örgütlenmeyi, parlamentoda burjuvaziyi ikna etme süreçlerinin önüne koyduğu için başarılı bir mücadele yürütebilmiştir. Bu süreçte hareketin etkin bileşeni Kürt işçi ve köylü ekseni olurken edilgen yan Kürt burjuvazisi olmuştur.
Kürt ulusal hareketinin kuramsal dayanağını ‘Marksist’ bir yapıdan, Bookchin’in kuramı üzerine kaydırması ve hareketin etkin yönünü de Kürt burjuvazisinin belirlemeye başlaması kırılmayı oluşturmuştur. Omurgası parlamenter alanın dışında olan, Kürt işçi ve köylülerine yaslanan ve ‘Marksist’ bir yönelim taşıyan ulusal kurtuluş mücadelesi, varoluş merkezini parlamenter alanın içine taşıyan, Kürt burjuvazisinin etkinliğini artırdığı ve Bookchin’in anarşist kuramını benimseyen bir biçime dönüşmeye başlamıştır. Kürt burjuvazisinin, Kürt halkına yönelmek ve onları harekete çağırmak yerine, parlamenter alanı ve bu alandaki ikna süreçlerini öncelemeleri de böylece kaçınılmaz hale gelmiştir. Kürt ulusal hareketinin içinde yer alan ve kendilerini ‘Marksist’ kuram içinde tanımlayan bileşenlerin çoğunun da hapiste olmasının bu durumu hızlandırmış olması muhtemeldir.
Kürt ulusal hareketinin temel bileşeni olan Kürt işçi ve köylüleri şimdilerde ‘politikleşmiş halk’ olarak tanımlanıp parlamenter alanı desteklemek için yapılandırılmaktadır. Hareketin temel mücadele mecrası parlamento ve o alanda yapılan ‘etkili politika’ ve ‘ikna’ çalışmalarına, yer yer de pazarlıklarla elde edilecek kazanımlara odaklanmıştır. Son adım, devletin önerdiği, parlamenter alan dışındaki hareketle ilişkinin kesilmesine ve ‘bağımsız politika yapılmasına’ kalmıştır. Seçime giderken Kürt ulusal hareketinin içinde bulunduğu durum kabaca bu perspektifte görülebilir.
Burjuva Parlamento Seçimlerinde Taktik
Seçimlerde bir taktik oluşturmak için öncelikle bir stratejik anlayışa sahip olmak gerekir. Toplumsal hareketi okuyan, anlayan ve öngören bir ilkeler bütünü, stratejik bir görüş varsa, bu stratejiye yaslanan bu günkü seçimlerde uygulanacak bir taktik düşünülebilir. Eğer stratejik bir arka plan yoksa o zaman taktiği her şey olarak görme yanlışına düşülür.
Her seçimde duyduğumuz ‘bu seçimlerin çok tarihi önemde olduğu’ söylemleri stratejik bir bağlamı olmayan akılların, taktiklere verdikleri kaçınılmaz değerin sonucudur. Benzer olarak ‘köprüden önce son çıkış’, ‘cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi’ gibi söylemlerde bu eksendedir. Her seçim elbette önemlidir ve tarihsel ve toplumsal sonuçları olacaktır. Ancak seçimleri ve seçimlerde alınacak taktiksel duruşu anlamlı ve etkili hale getirecek olan bu taktiğin içinde belirlendiği stratejinin ne olduğudur. Böyle bir stratejik değerlendirmenin sonucunda ulaşılan taktiksel hareket anlamlıdır. Taktiksel bir eylemin, tüm toplumsal hareketi aşan bir cürmü olamaz.
Bu eksende belirlenen taktiğin doğruluğu ve yanlışlığı tali bir konudur. Temel olan stratejik değerlendirmenin doğruluğu ve yanlışlığıdır. Taktiksel hatalar düzeltilebilir ve zararları kısıtlıdır. Sorun ilkesel, stratejik hata yapılıp yapılmadığında düğümlenir. Stratejik hatalar taktiksel doğrularla düzeltilemezler ancak tersi mümkündür. Yani taktiksel hatalar stratejiniz doğruysa düzeltilebilir ve aşılabilirdir.
Seçimde uygulanacak taktiğin ne olması gerektiği sorusu, bu taktiği uygulamanızı gerektiren stratejik değerlendirmenizin ne olduğu sorusu ile değiştirildiği takdirde anlamlıdır. Örgütlü hareketinizin hangi stratejik değerlendirmesine dayanarak bu seçimde öyle ya da böyle davranmak gerektiğini açıklamanız beklenir. Bu açıklamanız üzerine de stratejinizin doğruluğu tartışılır, ikincil olarak da stratejinizle taktiğinizin uyumu sorgulanır. Ancak salt taktiğiniz üzerinden bir tartışma doğası gereği havanda su dövmektir.
Seçimlerde taktiğiniz ne olursa olsun salt taktik bir çerçevede kaldıkça aslen önemsizdir. Zaten salt taktik ancak; ‘bu daha ehvenişer’, ‘bu zaten hiç sosyalist olmadı’, ‘şu meclise girmesin diye bu’, ‘bu illa iktidardan insinde ne olursa olsun’, ‘hiç olmazsa biraz demokratik olur’, ‘hepsi birbirinden beter’, ‘oy versek ne olacak ki, burjuva diktatörlüğü değil mi’, ‘sandıkla hiç kimseye meşruiyet sağlanmamalı’ gibi argümanlar çerçevesinde şekilleneceği için tartışmak için bile anlamsızdırlar. Hele bir de örgütsüz seçmenin, elindeki tek oyuyla tartışma çabası iyice çaresizce olacaktır.
İşçi sınıfı kendi devrimci partilerinden, oy verip vermeyeceği ya da kime nasıl oy vereceği ile ilgili olarak aldığı taktiklerin arkasında şu tarz hedefler işitmektedir: ‘Her ne olursa olsun AKP hükümetinin devrilmesi’ ve yerine yeni bir burjuva parti hükümetinin oluşturulması. ‘Erdoğan diktatörlüğünün yıkılması’ ve yerine burjuva diktatörlüğünün devamı. ‘Erdoğan diktatörlüğünün hukuksuzluğunun değiştirilmesi’ ve yerine burjuva diktatörlüğünün hukukunun tesisi. ‘Liyakatsiz ve rüşvetçi devletin değişmesi’ ve yerine yetkin ve dürüst bir burjuva devlet yapısının kurulması. ‘İpotek altındaki parlamentonun kurtarılması’ ve yerine burjuva parlamenter özgürlüğün oluşturulması. ‘Toplumsal çürümenin önüne geçilmesi’ ve yerine burjuva hak ve eşitlik ilkelerinin yeniden temini. Daha da uzatabileceğimiz bu hedeflere söylenecek tek bir şey var; ‘ne dilediğine dikkat et, gerçekleşebilir’.
Dilek gerçekleşirse, işçi sınıfı, ‘sosyalist devrimci’ partisinin, burjuva diktatörlüğü içinde, burjuva hukuka ve burjuva demokrasisine yönelmiş bir burjuva hükümeti kurduğunu ya da kurulmasında görev aldığını görecektir. Dilek gerçekleşmezse, işçi sınıfı, ‘sosyalist devrimci’ partisinin, kendisine önerdiği kurtuluş yolunun, burjuva diktatörlüğünün, burjuva hukuka ve burjuva demokrasisine yaslanan bir burjuva hükümetten geçtiğini söylediğini hatırlayacaktır. Lenin’in, bir sosyalist partinin parlamenter alanda düşebileceği en ama en kötü durum ne olur sorusuna verdiği cevap tam da bunlardır.
Sosyalist oldukları iddiasındaki partilerin, işçi sınıfına, bu parlamenter seçimde almaları gereken taktik konumu söyledikten sonra, bu taktik konumla kazanılması beklenen stratejik ilerlemenin açıklamalarını sunmak zorunlulukları vardır ki bu açıklamaların asla yukarıda örneklediğimiz cümlelerin yanından dahi geçmemesi beklenir. Sosyalist oldukları iddiasındaki partilerin, her parlamento seçiminde sadece o burjuva seçimle gerçekleşeceği söylenen mucizelerden ya da felaketlerden bahsetmelerini değil, stratejik saptamaları ekseninde devrime doğru ilerleme sürecinde, bu seçimin kısıtlı çerçevesine verdikleri anlamı anlatmak gibi bir zorunlulukları vardır ki bu anlattıklarının asla ‘günün rasyonel taleplerinin’ birikmesi yoluyla olacağı umulan gelişmelere yaslanmaması gerekir. Sosyalist oldukları iddiasındaki partilerden, ütopik sosyalistlerin katıksız bir iyi niyet ve samimi fedakarlıklarla oluşturmaya çalıştıkları naif sosyalizm mücadelesinden farklı olarak bilimsel sosyalist bir zeminde hareket etmeleri ve toplumsal hareketi de bu zeminden okumaları beklenir ki bu, parlamentoyu kullanan bir partinin tüm süreci parlamenter çerçevede okuması anlamına asla gelmez.
Her burjuva parlamenter seçimin, işçi sınıfının durumunu daha da ağırlaştırmakta olduğu aşikardır. Burjuvazi her seçimde, egemenliğinin katıksız diktasını, değişik biçimlerde kurmak konusunda mahirdir. Bu mahareti sayesinde mülkünü korumakta ve işçi sınıfını sınırsız sömürüsüne hapsedebilmektedir. Bu, burjuvazinin başarısı olduğu kadar, işçi sınıfının partilerinin de yetersizliğinin hatta Marksizm dışılığının ürünü ve belki de suçu olmaktadır ne yazık ki. Bu yazı https://sendika.org/2023/04/2023-parlamento-seciminin-zemini-ve-aktorleri-682444/ web sitesinde yayımlanmıştır.
[1] Marx, Fransız Üçlemesi, çev; Erkin Özalp, Yordam yay. S. 72
[2] Lenin, Marx-Engels-Marksizm, çev; Vahap S. Erdoğdu, Sol Yay. S.294
[3] Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü, çev; İbrahim Altınsay, Kaynak Yay. S. 34
[4] Troçki, Stalinizme Karşı Bolşevizm, çev; Sanem Öztürk, Yazın Yay. S.172
[5] August H. Nimtz, Lenin’in Seçim Stratejisi-1, çev; Deniz Tuna, Yordam Yay. S.38
[6] a.g.e. s. 211
[7] August H. Nimtz, Lenin’in Seçim Stratejisi-2, çev; Deniz Tuna, Yordam Yay. S.87
Yorumlar kapatıldı.